6 Eylül 2009 Pazar

Karadenizin vefakar ve biraz da ürkütücü emekterları :))






Posted by Picasa

bahçecik yaylası

 
 
 
 
Posted by Picasa

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Araklı’da Pazarcık Tilkibeli şenlendi


  Telefonda , “geliyormusun yarın Tilkibeli’ne” denince varlığını nerdeyse unuttuğum o şelalesi ve yol hikayeleri ile ünlü Pazarcık Turizm merkezine gitmem gerektiğine hiç beklemeden   karar verdim ne demek, tabiki” dedim. Hem zaten bölgemizde topu topu Devletin ilan ettiği  yirmi iki Turizm merkezi’nden biri de Araklı Pazarcık Milli parkıydı. Ama şenliklere adını veren pamuğun gölünün de üzerinde bulunduğu  Tilkibeli şelalesi idi. Orasının bir oksijen geçidi, tabii bir flora olduğunu dedemden duymuşumdur.

 
Sabah erken kalkıp, birlikte gideceğimiz şükür, Enver, Mustafa, Hüseyin ve Ayşegül ile buluşuyoruz. Karadenizde geleneksel olmuştur, “kendin pişir kendin ye” tarzı, bu nedenle büyükçe bir mangalı da araca koyuyoruz. Artık, ne yenecekse onlar, yayladan veya yolda bilinen yerlerden  temin edilecek. Aslında 1991 yılında Turizm Merkezi ilan edildiği halde bugüne kadar hiçbir etkinliğin yapılamadığı TRABZON ARAKLI PAZARCIK YAYLASI Turizm Merkezi, ilk kez 2 Ağustos’taki şenlikle resmen açılmış oluyor. Yol boyunca restladığımız araçlar, tıklık tıklım dolu ve şenlik yolundalar. Aynı gün, Balander Yaylası şenlikleri de varmış o güzergahta, ayrıca Santa ‘da da şenlikler var, anlayacağınız, şenliklerden birinden diğerine de gitmek mümkün. Ama aynı gün , bir alternatif şenlik olarak da bilinen icazet törenleri de var, o gün Taşönü köyündeki kuran kursun da (Pirgi)’de varmış mesel...............haberin devamı için tıklayın

Bir varmış bir yokmuş masalı gibi


  İyidere üzerinden bir asma ahşap köprü ile karşıya geçiyorsunuz. Orada Bakkal, kahvehane ve kendin pişir kendin ye tarzı bir lokanta var. Ama orası, aslında Şimşirli köyünün patika yolunun ilk ayağı. Köyden yaya olarak ilçeye gitmek isteyen veya ile gitmek isteyenlerin köyden inişteki ilk durakları yani.
 

 
Rize’nin İkizdere ilçesine bağlı Şimşirli köyünden söz ediyorum. Anlamışsınızdır sanırım. Haber tarzı anlatırsınız olayı, birileri görsün ve bir şeyler yapsın istersiniz ama bizim ki o türden bir haber de değil. Daha çok, dinlenilmesi gereken yerler vardır, hani insanlarda iz bırakmayı başaran. İlçenin adını verince hemen aklınızdan geçirebileceğiniz türden yerler. İkizdere’nin hani bir köyü vardı belki hatırlarsınız Avrupa Birliği Fonlarından köylerine 350 bin avro hibe çıkmıştı da onu  “bunun altında başka bir iş vardır” diyerek geri çeviren ve  istemeyen köylülerin köyü  burası. Hani girişindeki levhada “avcı ve seyyar satıcı giremez” yazılan köy. 
 

 
İkizdere’nin Ilıca köyündeki kaplıcaya giderken sık sık uğradığım bir yer vardı bu köyde. Köylülerin belki hala farkında olmadıkları ve kıymetini bilemedikleri bir yer. Mutlaka kadir ve kıymetini bilenler vardır ama ben yeterince değerlendirilemediği anlamında söylüyorum bunu. Düşünün kocaman bir kayanın içinden doğal maden suyunun aktığı bir dere yatağını. Bir yanda tertemiz akarsu diğer yanda tertemiz ve kocaman kayayı delerek onun içinden akan bir doğal mineral su. Burada piknikte yaparsınız, çocuklarınızla rahatlıkla bir güzel gün geçirebilirsiniz. Şehir yorgunluğunu atar, bir güzel dinlenebilirsiniz. Bulunmaz bir adeta saklı sayfiye yeri............haberin devamı için tıklayın

Süphan Dağı'nın düzü , akla esen tehlikeli bir gezinin öyküs


  Fındık ayı ama henüz fındıklar olgunlaşmamış, çayırlar biçilmiş.Bir hafta öncesindeydi, oğlum’un oynarken fındık dallarına asılı kaldığı sağ kolunda dirsek altından yaralanması. Kolunda sargısı vardı ama olsun, bu bizim gezimizi etkilemezdi.1996 yılının yaz mevsimi..
Bir anda verdiğim kararla eşime yirmi günlük bir tatil (daha doğrusu gezi) için “hazırlanın” demiştim. Nereye gideceğimizi ona da söylememiştim. Kızım on, oğlum beş yaşındalar. Hem zaten karadeniz’de öyle tatil dendiğinde de gidilip bir yerde deniz, kum güneş gibi bir gelenek henüz oluşmamış, Trabzon’un dışına her çıkılma, çevrende zaten “ohhh oh tatile hemi?” denilerek, öyle   algılanırdı. 
 
 
Hem gezi diye bir kavram da sadece okul etkinlikleri olarak bilinirdi. Yoksa öyle çocuklar alsın arabasını, arkadaşlarını gitsin bir yerlere, böyle bir olgu da aile de garip karşılanır zaten her çocuk veya genç de anne ve babasının yanından eşini, çoluk çocuğunu alıp da gezmeye çıkarken bile düşünülürdü. “Babasız, annesiz gezme mi olurmuş” mantalitesi yaygındı. Ama ben de öyle yöresel geleneklere çok da uyumlu bir tip sayılmazdım. Onun için anne ve babamı kırmadan almıştım o izni ve yola da koyulmuştum bile..
 
Araklı’nın Yiğitözü köyünden çıktım yola, Trabzon’a kadar yine bir şey söylemedim. Erzurum yolu sapağından girdim Gümüşhane yoluna. Maçka, Zigana, Torul, Gümüşhane, Kale, Akşar derken Bayburt’a dört saatte vardık. Kardeşim, daha önce Muş’ta öğretmenlik yapmıştı, Süphan dağının yamacında bir köydü. Ama sadece o da değildi, gerekçem kayınbiraderim aynı zaman da kız kardeşimle de evliydi ve o da Muş’un Malazgirt ilçesi’nde görev yapıyordu. Onun da iki çocuğu vardı.  Telefon olsa da henüz şimdiki gibi yaygın değil ve istenildiğinde de hemen ulaşılmıyor ama onlara sürpriz yapacaktık. Bayburt’tan kardeşimi de aldık ver elini Aşkale, ılıca Erzurum. Erzurum’da Abdurrahmangazi Türbesi, çifte minareli medrese ve üç kümbetler derken zaman harcamamaya çalıştım.

 
Erzurum’dan sonrasında yolları da bilmiyorum yol şartlarını da. Kaç saatte Malazgirt’e varacağımızı da kestiremiyorum ama havanın kararmaması lazım. Hem o dönemler, o bölge de plakası takılı araçlardan çok plakasız araçların yollarda olduğu bir dönem. Terör kaygısı var ve jandarmalar zaten her yerleşim biriminin giriş ve çıkışında barikatlar kurmuş ve gelen geçen araçlara, “nerden geliyorsun, nere gidiyorsun?” diye soruyor. Hasankale (Pasinler), Köprüköy, Horosan, Tahir, Eleşgirt ve Ağrı’ya varıyoruz. Ağrı’dan Hamur, Tutak ve Patnos’a ulaşıyoruz ama artık hava kararmaya başlıyor. Hamur yolundayken benzinimiz bitiyor ve bir haylı yol aldıktan sonra tekrar geri dönmek zorunda kalıyor. Zaten zaman kaybımız da burada oluyor. Yollarda benzin istasyonu vardır umuduyla gidiyorduk ama o bölgenin bizim alıştığımız bölgelerden farklı olduğunu ve öyle adım başı istasyon olmadığını anlıyoruz.

 
Zaten Murat nehri vadisinden ilerlerken gördüğümüz sivil araçlarda plaka bulunmaması benim dikkatimi çekiyor ama kimseye hissettirmeden yola devam ediyoruz. Teyp’te de “eşkıya” kaseti var. Tam da oraların havasına sokuyor bizi. Hava iyice kararmadan ulaşalım diyoruz Malazgirt’e ama  yollar öylesine virajlı ve ürpertici kayalıklar arasındaki sürat yapamıyoruz.Doğan’da artık gece oluyor. Ay ışığı var ama bu kez de çayır ve tarlaların içinde üst üste dizilmiş, yöre de “koruluk” anlamına gelen taşların gölgeleri, sanki birer insanı andırıyor. Bu görüntü bile insanın o sessizlikte yol alırken bir kaygıya kapılmasına yetiyor. Eşim, kaseti değişmemizi istiyor ve kaseti değişiyoruz buralar da.Allah’tan ters bir durumla karşılaşmadan yatsı ezanları okunurken Malazgirt’e giriyoruz. Tabi kayınbiraderim, kız kardeşim ve torunlarım şoktalar. Haberleri yok ve o şaşkınlıkları ve sevinçleri ile gece bir hayli geç saatlere kadar yatmıyoruz. Ne de olsa yayladır bizim için ve yaylalarda da iki saatlik uyku bile sizi zinde tutmaya yeter de artar bile öyle de oluyor zaten.
 

 
Sabah kalktığımızda o bölgede bir günlük piknik turu..............haberin devamı için tıklayın

Anne ve babalarla yayla gezisi


  Yayla yolunda telefonum çaldı. Arkadaşlarla bir ramazan günü yoldaydık. Telefonda kardeşim vardı. Nerde olduğumuzu öğrenince yanında annemin “bize su getirsin” dediğini ben de duydum. Öyle ya yayla suyu ama maden suyu. Tamam demiştim. Ama yanımızda da su koyacak kabımız sınırlıydı. Benim daha fazla su almam gerekiyordu. Yayla da iftardan sonra uğradığımız kahvehane ve bakkal, iç içeydi. Çaylarımız içerken bidon arayışımız da oldu ama yoktu kimsede boş bidon. İki tane iki buçuk litrelik cola aldım, bir gence verdim. Kahvehanede millete cola ikram etsin diye ama kimse içmedi. Oysa orada çocuklar da vardı. Ama yayla, camiboğazı yaylası.
  Oranın suyu varken kim minnet ederdi cola’ya. Ve etmediler. İçmediler. Bizde içemedik tabi ve colayı yere döküp, boşalan bidona da tuzlu su  koyarak anneme tuzlu su götürdüm. Suyu verirken annem “sadece bu yeter mi?” dedi. Ben anladım tabi ne demek istediğini..daha önceki gezilerimden döndüğümde “ben oraları hiç görmedim” demişliği geldi aklıma ve zaten demek istediği de oydu. Oraları kendi gözleri ile de görmek onunda hakkıydı. Ona helal olsundu gezmeler, yetmiş yaşına gelmişler. Onlar, gezdikleri yerleri hep yürüyerek gezebilmişlerdi.
 Peki dedim kendi kendime. Bir hafta sonrası için de kendimde sakladığım plana onları dahil ettim. Babam, annem, amcam (kayın pederim) ve eşi yengem (kayın validem).Pazar gününü bekledim. Çocukları köye bıraktım, yolcu değişimi yaptım. Amcam ve yengem çay topluyorlar. Önceden haber vermediğim için de hazırlıklı değiller. Üst-baş değişimi için evlerine gitmelerine bile fırsat vermeden bizim evden giysiler ayarladık kayın pederime ve çıktık yola. Babam bu tur durumlarda itirazcı olur genellikle, kendi karar vermediği her hangi bir olayda mutlaka bana ters gelen mantıkla yaklaşır olaya ve zaman zaman tartışırız. Ama ardınd.............haberin devamı için tıklayın

4 Haziran 2009 Perşembe

Ver elini Ağrı Dağı, Doğbeyazıt ve İshak Paşa sarayı


  Gezi, planlı olursa sizi huzursuz edebilir. Evet , planlı geziler de diyelim ki dediniz ki, “Cumartesi günü Ağrı’da olacağım” ama o gün Ağrı’da olamadıysanız bu sizde sıkıntı olmaz mı? Ben de olur. Onun için de yola çıktıktan sonra, yol ve güzergahın durumu belirler planı.

 
Geziye, mıhmandarımla Çal mağarasından başladık. Hem fotoğraf çekecek ve hem de belki daha önceleri de gittiğimiz yerlerdeki değişimi gözlemleyecektik. Öyle de oldu zaten. Hıdırnebi’de sabah çayımız içtik. Biraz yayla havasıyla rutubet rehavetini üzerimizden attık. Akçaabat – Düzköy vadisindeki mükemmel yaylalardan geçtik, Maçka’ya indik. 

 
Maçka- Sumela manastırı yolunda bir Alabalık çiftliği var, orada üretimi yapılan balıklar, pembemsi ete sahip somonu andıran alabalıklar. Onlardan aldık canlı alabalık ve zigana dağına çıkarken bir çeşmenin yanında o balıkları izgara yaptık. Bir güzel doyduk tabi. Ha öyle izgaradan falan iyi anlayanlardan sayılmayız onun için sakın ola “ben yapamam” demeyin.

 
Torul – Gümüşhane, Bayburt derken Erzurum’a geçtik. Erzurum’un hemen girişi sayılabilecek yerde ılıca ilçesi var, orada Kükürtlü suyu (biraz kokusu var) olan kaplıca var. Hem belediyenin yaptığı bir de otel var. Farklı bir ortam, dilenirse burada kalınabilir. 

 
Ha gezi boyunca önemli olan sizin lüks beklentisi içinde olmamanız. İlla her gittiğiniz yerin yaşadığınız yer ile kıyaslanması gerekmez. Gidilen yerler, zaten görmediğiniz yerler değil mi? Değişik ortamlara giderken illa her yerde yıldızlı bir otel olacak diye bir arayışınız olmasın. Gece kalmanız gerekiyorsa oradaki insanlar nerde konaklıyorsa siz de onları yadırgamadan, farklı bir yerden gelmiş havasını da onlara yansıtmadan girin bir hotele, motele veya bir pansiyona veya bir çadıra ama yadırgamayın.

 
Biz çocukluğumuzda hanlarda kalırdık yayla yolunda mesela, keşke o zamanlardaki gibi yine hanlar ve konaklar olsa diyesi geliyor insanın. Düşünsenize iki gün yaya yol yürüyerek yaylaya ulaşırdık. O zamanlar, şimdiki gibi güzel yollar ve de bunca ulaşım aracı yoktu. Handa geceleyeceğimiz zaman sığırlardan süt sağar, o sütü kaynatır ve akşam yemeği yapardık. Hancılar, size tencere, tava verir, yardımcı olurdu. Onlar da yadırganmazdı. Bulunduğun şartlara uyum sağlamak kötü bir şey değil ki, öyle değil mi? 



 
Cağ kebabı ve Erzurum evleri

 
Erzurum’da Atatürk caddesinin girişi sayılabilecek yerde Dede otelin hemen ilerisinde Canbaba’nın cağ kebabını severek yersiniz, et kokusu biraz garip olabilir ama vejeteryan tarzı için bolca yeşil zaten yörede sorun değil. Hatta taze soğanı, patatesi veya marulu el arabalarında görünce dayanamaz hemen alırsınız bile. 

 
Biraz ileride Eski Erzurum evlerini anımsatan ve onları yaşatma adına ayağa kaldıran bir işletmeyi gezebilir ve eskiden ne vardıysa kullanılan Erzurum evlerinde aynı ortamın otantizmini orada soluklarsınız. Yer minderlerinde kurulu, dilediğiniz yöre yemeğini sipariş edersiniz. O yemek gelinceye kadar da sofrada gerekirse bilgisayarınızla internete bağlanır, gezinirsiniz.Yemeğiniz gelir, onu yersiniz ardından demlik çayınızı yaparlar ve bir güzel istirahat etmiş olursunuz. 

 
Bir günde sadece 465 kilometre yol almak pek akıl kari değildir gezi de ama ben zaten akıl kari olsunlara da pek takılmam ki. Akıllara ziyan denebilecek tarzı daha uygun bulurum her zaman değil tabi ama zaman zaman. Öncelikle Ağrı dağını görelim dedik. Ağrı dağını ilk kez 2003’te de görmüştüm, tabi yol güzergahından. Dağları severim ama tırmanma zamanı bulamadım desem yalan söylemiş olmam. Küçükken Gavurdağı, ziyaret, zilfo gibi dağlara çıktım sadece o kadar. 

 
Köprüköy’den sabah saatlerinde çıktık. Dışardan bakıldığında sanılır ki Ağrı dağı Ağrı ilimizdedir. Yani Ağrı’ya vardığınızda Ağrı dağını da hemen görürsünüz. Durum öyle değildir. Ağrı il merkezinden Ağrı dağını görmek mümkün değildir. Ağrı dağı Ağrı iline 102 kilometre uzaklıktaki Doğubeyazıt’tadır..............haberin devamı için tıklayın

21 Mayıs 2009 Perşembe

Tirebolu'da çaylar şirketten


  Tiryakileri vardır, onlar bilir. Bizim Taci abi mesela, Oner, Hayati ve tabiî ki bizim Necati. Bu isimlerin geçtiği yerde ilk akla gelen olur çay. Ordu’nun Medreseönü beldesindeki uzun saçlı Nusret’te gelir akıllara tabi, namıdeğer “uzunsaçlı”. Ama yok ben tüm o isimleri değil bu kez, bir fabrikanın uygulamasından söz edeceğim. Güzel bir uygulamasından, hani “ insanlar, iyi şeylere layıktır” ya, işte o hesaptan yola çıkarak. Bir bardak çay için yetmiş kilometre yol gidilir mi? Ben giderim, damak tadını alıyor ve bir yerde güzel çay varsa oraya gider ve o çaydan içerim. Bunu güzel olan balık için de lahana çorbası için de hamsi tavası için de yaparım zaman zaman. Güzel de oluyor.
 Gezmeyi çok seven biri olarak yola çıktığımda verdiğim anlık kararlarla yol almayı severim. Rotayı yola çıkmadan değil, çıktıktan sonra belirlerim yani. Öyle planlı seyahatlerin çok da önemi yok benim için. Ruhum öyle ister ve de öyle rahat eder. Hele Karadeniz sahil yolunun açılmasından sonra bir bardak çay içebilmek için kilometrelerce yol gidilir ve buna da değer. Zaman zaman Rize’nin Ziraat çay bahçesi denen yerde Çaykur’un Araştırma Müdürlüğü’nün bulunduğu yer, bölgeye gelenlerin uğrak yeridir. Çay içmek için nefis manzarası vardır. Farklı ülkelerden getirilmiş bitkilerle de bezenmiş, donatılmış bir güzel arboratum sahasıdır da aynı zaman da Rize’nin Ziraat Çay bahçesi. Demli çayınızı içerken ağaçları seyre dalarsınız. Bizim amcaoğlu Enver’in de favorisi olan Araklı’nın Kalecik mahallesindeki bir kahvehane de de çayı güzel yaparlar ama belli ki ......haberin devamı için tıklayın