12 Kasım 2008 Çarşamba

Bayburt'un yılanları


  Sanırsınız ki Bayburt’un her tarafı yılanlarla istila olmuş, adım başı “yılancı”lar ve sizin peşinizden koşturuyorlar. Hele bir de gerçekten sizin bir yerinizin sektiğini görmesinler. Çarşaf (Çar) giymiş kadınlar, koşturur peşinizden, ellerinde yılanlarıyla.Yok bu her zaman böyle değil Bayburt’ta. Bayburt, kültürel değerleriyle, tarihi varlıklarıyla, yer altı kentleriyle, yeni bulunan mağaraları ile ve manevi önderleri olanda bir ilimiz ama ben özellikle yeni kuşağın ilgisini çekeceğini umduğum için öncelikle yılanlarını yazmak istedim.
 

 
Tek başına gerekçeniz “yılanları görmek” olsa ve kalksanız Türkiye’nin her hangi bir yerinden Bayburt’a gitseniz de, inanın buna değer. Olabildiğince özgür bir piknik de diyebilirsiniz, müthiş bir dinlence de ve tabiî ki eğlence de hem de yılanların arasında. O köy, Bayburt’un ovalarında, pınarların yerden kaynadığı zaten adını da o pınarlarından almış, Kırkpınar köyü.(Çıphınıs) Bayburt’un- Gümüşhane-Trabzon Devlet Karayolu üzerindeki  yolu Akşar (Balahor) beldesi’nden sapılarak köye ulaşılıyor. (Yolları toprak ama asfaltı aratmıyor)
 
Genellikle “yılanlı tedavi”, “yılanlar ürküttü”, “doktor yılanlar” gibi başlıklarla haberlere konu edildi Kırkpınar. Gerçekten de Mayıs’ın 19’unda Atatürk Samsun’a çıktı ama o tarih, Kırkpınarlılar için köylerine ziyaretçi akınının başladığı gündür aynı zaman da..Çünkü, o gün aynı zaman da Mayıs ayının üçüncü haftasıdır. Ve toprağın ısınmasıyla da eski adı Çıphınıs yeni adıyla  Kırkpınar’ın kayalarından çıkan boyları bir metreyi de aşan yılanlar, güneşlenmek üzere yer yüzüne çıkarken, bunu fırsat bilen köylüler de sabahın ilk ışıklarında bu Kırkpınar’ın genel anlamda “pınar” ama yöredeki adlarıyla da “Göze”lerin old.............haberin devamı için tıklayın

23 Eylül 2008 Salı

Ligarba için yollara düştük


  Anlamam ben tabi, “ligarba” dedikleri nedir ne değildir. Çocukluğum, onlar gibi buralarda geçmemişti hem zaten bizim bölgemizde ne anlama geldiğini bilmediğimiz daha bir çok kelimeler vardır. Sadece ligarba değildi. Ligarba’yı da ben belki gördüğüm ama adını da duyduğum halde unuttuğum bir bitki türüdür. 

 
Ankara’dan şükür gelmiş, Evner’in teyzesinin oğlu. 4 tane kızı var, kızları ondan hem ligarbanın meyvesini ve hem de yapraklarını istemişler.O, kızlarını çok seviyor ve  Eli mahküm, ligarba toplamak için can atıyor. Seymen de akrabamız ama ayakları kesik. Protez takılmış ayakları ile yürüyor ama o kadar. O, biz ligarba toplarken arabada kalacak, ligarba toplayıcısı yardımcılığı yapacak kısaca.

 
Enver’e Telefon açtım, bir akşam önce onlarda planlamıştık. Yarın ne yaparız derken ki anlaşmamız da bir yayla olabilirdi tam kesin olmamakla birlikte. Hem o akşamdı, Enver’in beş yaşındaki oğlu Hüseyin’in hikayesi, dedesiyle camiye gidip, teravih namazını kılmasını;

 
 “baba var ya ben dedemle camiye gittim ya dün akşam da. işte o zaman ömrümün en uzun namazını kıldım var ya ” anlatmıştı.
 
Bunu dinlerken baya gülmüştük Hüseyin’in ömründeki en uzun namaz kılışına. Nerden bilsin çocuk, ona kimse bildiği namazın dışında bir namaz kılınacağını söylememişti ki, en fazla on üç rekattı belki de bildiği namaz ama sadece yirmi rekatlık teravih namazının o namaza ekleneceğini nerden bilebilirdi ki! 
Telefonlaştık ve Enver, Şükür ve Seymen’le geldi beni de aldı, çağlayan’dan vurduk yayla yoluna yukarıya doğru, doğal yabani ligarba bulmaya, rastgelirse, bulabilirsek tabi. Hiç birimiz de “şurada vardır” diye bildiğimizden değil işte, “vardır belki” diye.Onlar da benim gibi ilk kez gidiyoruz bu yoldan hatta bir ara yolu şaşırdık ve vatandaşlardan “yayla yolu neresi” diye yardım da aldık. Ligarba için koyulmuştuk yolara
Yayla yolu bu neyle ne zaman nerde nasıl karşılaşacağınız hiç belli olmaz. Hele işlek bir yol değilse zaten şansınıza artık. Hava yer yer açıyor yer yer kapanıyor. Bulutlar, üzerimiz de dolanıyor. Nitekim zaman zaman yoğun sise girdiğimiz de oluyor. Yer yer çamura battığımız da tabi. Aracın zorlandığı ve manevralar yaptığı yerlerde yeni yol ............haberin devamı için tıklayın

19 Ağustos 2008 Salı

Derelerimiz bulanık akıyor


  Doğu Karadeniz Bölgesi’nde debisi müsait hemen hemen tüm derelerimiz üzerinde kurulmasında son aşamaya gelinmiş, kimilerinde yapımına başlanmış olan çok sayıdaki Hidroelektrik Santralleri (HES)ne karşı çeşitli gösteriler yapılmaya başlandı. Vadilerine, derelerine saygıları gereği bunu yapan vatandaşların seslerine elbette kulak verilmelidir. Nitekim, derelerdeki görüntüler, vatandaşlarımızın kaygılarının çok da haksız olmadığını şimdiden gösteriyor. Çünkü derelerimiz, HES inşaatlarıyla bulanık akıyor artık.

 
Devlet Su işleri(DSİ) ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) tarafından yap-işlet-devret modeli ile yapılmasına başlanan HES’ler, bölgeye bir yandan istihdam sağlarken bir yandan da ekonomik anlamda da canlılık getirdi. “Hareket, berekettir” denir. Bu olmaya başladı. Nerden bakılırsa bir Hidroelektrik santrali inşaatının 5 yıl süreceği düşünülürse bölgede ki 167 hidrolik santralde binlerce işçinin istihdam edilmesi gündemde. 

 
HES’ lere karşı bölgede özellikle Rize’deki vadilerde tepki sesleri yükselirken, Trabzon, Giresun, Ordu, Samsun, Sinop ve Artvin’de HES’lere yönelik gösteriler yapılmıyor. Buradan sanki sadece Rize’nin vadilerinde derelerin çok sevildiği ve diğer illerde vadiler ve derelerin sevilmediği gibi bir sonuç elbette çıkaramayız. Ancak, Rize’de İkizdere veya Fındıklı ve Ardeşen’ deki sözde çevreci gösterilerinin, dereleri koruma mantığının ötesinde sanki yabancı ellerce organize edilen gösteriler haline dönüştüğü izlenimi ve algısı da mümkün gözüküyor.


 
Trabzon’un Araklı ilçesindeki karadere vadisinden yukarıy.........haberin devamı için tıklayın

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Osman Yağmurdereli ve gurur


  Doğu Karadeniz Bölgesi’nde debisi müsait hemen hemen tüm derelerimiz üzerinde kurulmasında son aşamaya gelinmiş, kimilerinde yapımına başlanmış olan çok sayıdaki Hidroelektrik Santralleri (HES)ne karşı çeşitli gösteriler yapılmaya başlandı. Vadilerine, derelerine saygıları gereği bunu yapan vatandaşların seslerine elbette kulak verilmelidir. Nitekim, derelerdeki görüntüler, vatandaşlarımızın kaygılarının çok da haksız olmadığını şimdiden gösteriyor. Çünkü derelerimiz, HES inşaatlarıyla bulanık akıyor artık.

 
Devlet Su işleri(DSİ) ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) tarafından yap-işlet-devret modeli ile yapılmasına başlanan HES’ler, bölgeye bir yandan istihdam sağlarken bir yandan da ekonomik anlamda da canlılık getirdi. “Hareket, berekettir” denir. Bu olmaya başladı. Nerden bakılırsa bir Hidroelektrik santrali inşaatının 5 yıl süreceği düşünülürse bölgede ki 167 hidrolik santralde binlerce işçinin istihdam edilmesi gündemde. 

 
HES’ lere karşı bölgede özellikle Rize’deki vadilerde tepki sesleri yükselirken, Trabzon, Giresun, Ordu, Samsun, Sinop ve Artvin’de HES’lere yönelik gösteriler yapılmıyor. Buradan sanki sadece Rize’nin vadilerinde derelerin çok sevildiği ve diğer illerde vadiler ve derelerin sevilmediği gibi bir sonuç elbette çıkaramayız. Ancak, Rize’de İkizdere veya Fındıklı ve Ardeşen’ deki sözde çevreci gösterilerinin, dereleri koruma mantığının ötesinde sanki yabancı ellerce organize edilen gösteriler haline dönüştüğü izlenimi ve algısı da mümkün gözüküyor.


 
Trabzon’un Araklı ilçesindeki karadere vadisinden yukarıy.........haberin devamı için tıklayın

1 Ağustos 2008 Cuma

Kimilerine göre "deli"onlar


  Evet, onları yollarda görenler, “deli bunlar” demiyor sadece, duyanlar da “kafayı yemiş bunlar” da diyorlar. Diyenler ve öyle düşünenlere nispet edercesine onlar, tanımadıkları, bilmedikleri, rengine, diline, ırkına, soyuna, sopuna bakmaksızın girişmişler bir insanlık yarışına. Görünür de belki “ohh ne safari” dedirtecek kadar gösterişli belki ama onca ülke ve onca yolculuk, sanırım hem iyi bir dinginliği ve de gençliği gerektirir. İşte onlarda onu yapıyorlar.
Onlar dediğim, “Mongol rally 2008” grubu. İçlerinden sadece 30 kadarı aracıyla Türkiye güzergahını seçmiş ama farklı kapılardan yollarına devam ediyorlar.“gürültülü yüksek ses” verme diye bir büroşürle yola çıkmış ve tam 300 araçla girmişler yola, taaa Londra’dan başlayıp 14 bin kilometrelik bir yolculuktan sonra Moğolistan’a varacaklar. Londra’dan 19 Temmuz’da saat tam 12 de hyde Park’tan start almışlar. Kendi dillerince buna “macera başlar” diyorlar. 16 Ağustos 2008 de de onların deyimiyle Mongolia bizim deyimimizle de Moğolistan’ın başkenti Ulaanbatar’da finişe varacaklar.

 
İyi de bunların “zoru ne?” diyeceksiniz. Bende onu anlamaya çalıştım, anladım da sanırım.Dünya’da en uzun ralli olma özelliğine sahip olan, “Mongol rally 2008” rallisinde motor hacmi 500 ile 1000 cc ‘lik araçlarla katılım olabiliyor. Ralliciler, “Moğolistan’da çocuklara şiddet uygulanmasın” diye seslerini tüm Dünya’ya duyurmak ve o ülkede ve diğer ülkelerde ezilen ve zulüm gören çocuklara saygılı olunmasını amaçlıyorlar. Bu organizasyonu “Christina Noble Foundation children’s” vakfı yapıyor. 

 
Tabiî ki de ralliler, normal insanlar için bir “delilik” ama adrenalinde sınır tanımayanlar, maceracı ruhlara sahip insanlar bir de gençlerse ve de.............haberin devamı için tıklayın

28 Temmuz 2008 Pazartesi

yayla yolları rallileri aratmıyor










M. Kemal AYÇİÇEK – 28 Temmuz 2008

Kimi küresel ısınmaya verse de Karadeniz Bölgesi’nde var olan aşırı nem yüzünden zaten insan çalışmadan da terler. Denize girseniz de faydası olmaz, denizden çıktığınız anda giysileriniz yapış yapış olur ve bunalırsınız.

Nefes almakta zorlanırsınız yaz mevsiminde. Bunun için bir çok kemençe türküsünde “benim ilacım yayla” diye feveranlar bile vardır. Hal böyle olunca da hafta sonu gelince aracına binen tutar yayla yolunu. Ama bu sadece gezmeyi bilenler için böyledir. Kimileri de hava ne kadar rutubetli olursa olsun, yaylalara gitmeyi ya akıl edemez veya buna fırsatı olmaz veya imkanı da denebilir.

Normalde araçların olmadığı dönemlerde 2 veya 3 gün yürüyüşle gidilebilen yollar, şimdiler de hem yolların bakım ve onarımının daha sık yapılıyor olması, son model araçlarla bile yaylalara günübirlik çıkıp inme fırsatını veriyor. Bu nedenle olacak sadece yaylalarda kalanların değil sahillerden de yayla şenliklerine akın ediliyor.

Araklı’da Balahor yaylası şenliğini Araklılı “çebiler şenliği”ne dönüştürseler de aracını alan çıkmış bu şenliklere. Araklı ile Balahor yaylası arasındaki zaman zaman çiselerle ıslanmış yolda, kimi zaman da toz bulutları oluşturarak hınca hınç dolmuş araçlarla Karadeniz insanı yayla şenliklerine taşınıyor.

Kimilerine göre kamyonların üzerinde veya kamyonetlerin üzerinde seyahat edilmesi sakıncalı ve tehlikeli bulunsa da bu görüntüler yayla yollarında pek de yadırganmaz. Çünkü, geçmişte de zaten bu kültür, araçların yeni yeni yollara girdiği dönemlerde de kamyonlar köç taşırken aynen bugünkü gibi her yanından salkım saçak insanlar sarkarak yaylalara ulaşım sağlardı. Hem günümüz de yaylalara öylesine talep oluyor ki, insanlar binecek araç sıkıntısı bile yaşayabiliyor. ............devamı için http://www.karadenizolay.com/haber/295-cevre-ve-doga-yayla-yollari.html

6 Haziran 2008 Cuma

TRT ye tebrikler

TRT ye tebrikler

M. Kemal AYÇİÇEK – 20 Nisan 2008

Kurumlara açıktan teşekkür edilir mi denebilir ama etkilendim açıkçası ve ben ederim. İçimden geldi ve TRT’yi hem tebrik ediyorum ve hem de teşekkür ediyorum. O kameramanlarına ve sunucularına, yer ekibinden gök ekibine kadar herkese hem de ayırımsız.

Gelelim sadede, sebebi nedir bu teşekkürlerin. Efendim, bir haftadan beridir, TRT sayesinde İstanbul Sultanahmet meydanından başlayarak bana tüm Ege ve Akdeniz’i kıyı şeridinden gezdirdiği için. Kimileri belki anlamıştır ama bu yıl 44.sü düzenlenen Cumhurbaşkanlığı Bisiklet turnuvası sayesinde yıllardır gidemediğim yerleri gezdim. Masraf yapmadan gezdim TRT sayesinde.

Dünya’da 106 ülke tarafından günde iki saat canlı olarak yayınlanan bisiklet yarışı sayesinde ülkemizin milyonlarca dolar verip de yapamayacağı tanıtım ve reklamını bedavadan yaptılar. O mükemmel doğamız, yollarımız bisiklet yarışçılarını alkışlayan duyarlı vatandaşlarımızı da tebrik ediyorum. Hele dünkü son etap Antalya- Alanya arasında da tempolu bir yarış çıkarıldı ve o bisiklet pedallerini çevirenler kadar bizler de ekran karşısında kimin yarışmasından çok denizi, TRT spikerlerinin anlatımlarıyla Manavgat şelalesinden Aspendos’a, Akdeniz kıyı sahillerimizdeki zenginlikleri ve de güzellikleri izledik.

Finike- Antalya, etabında harika görüntülerle bisiklet yarışçılarının mücadelelerini enfes görüntülerle izleyebildik. İki helikopterle yapılan ekimler birer belgesel niteliğinde ayrıntılar verirken, sporcuları bir motosiklet üzerinden hem de ayakta izleyen kameramanın performansına da saygı duymamak elde değildi.Muhteşem görüntüler, nefis manzara ve izlerken bile yürekleri hoplayıp zıplatan bir mücadeleli yarış sundular.Ellerine, beyinlerine sağlık.

Belki biz o bölgeden uzaktaydık ama internet sitelerinden de o yarışa katılan sporcuların her günkü yarışlarında yaşadıklarını kendi milletlerine aktarıyor olmalarının bilinciyle de ülkemizin tanıtımı ve güzelliklerinin tüm dünyada paylaşılır olmasının mutluluğunu yaşadık.

Etaplar boyunca yaşanan heyecan, TRT ekranlarından an be an öylesine dinlendirici bir üslupla anlatıldı ki insanın bisiklet binmeyi bilemese de “Fethiye’den Ölüdeniz’e bende inerdim” diyesini getirdi.

O görüntüleri umarım TRT yeniden tekrardan izleyemeyenler için de ekranlara taşır. Yorgunluğu Dünyanın sayılı takımlarından gelmiş 120’yi aşkın bisiklet yarışcısı çekti, yani cefasını onlar çekti belki ama TRT ekranları başındaki bizler de büyük bir keyifle sefasını sürdük bu büyük yarışın.

Son etapta tamda finişe yakın büyük bir talihsizlik oldu.20 kadar yarışcı bir bir üstüne yığıldı. Keşke olmasaydı. Ama bu da yarışların risklerinden biriydi belki, ucuz atlatıldı. Üzüldük ama Allah’dan süratlerin saatte 50 kilometre hıza ulaştığı bir ortamda oluşan bir kazada sporcuların burnu bile kanamadı!

Bu büyük yarışı izlerken Akdeniz sahillerini kaplayan otelleri elbette gördük. Kıyıların böylesine parselleniyor olmasından elbette kaygı duydum.Umarım o bölgelerde yaşayan halkın arazileri ellerinden alınırken gönülleri şen ediliyordur! Bir şey bildiğimden değil sadece kıyı şeridi dışında gözüken vatandaşların pekte yüzünün gülmeyişinden, tanıdık dostların anlatımlarından çıkardım bunu.

Elbette böylesine büyük bir organizasyonun önümüzdeki yıl da yapılacak olmasını, hani onun da Karadeniz sahil yolunda yapabileceğini düşündüm. Ama aynı şekilde çift helikopterli çekimlerle ve bu yoğunluktaki katılımla olmasının heyecanını kendimce kurguladım. Bizim bölgemizde de bisiklet yarışları olmuştu ama yolarımız bu kadar güzel değildi üstelik bisiklet yarışçıları da bu yıl ki kadar fazla değildi.

Cumhurbaşkanımız sayın Abdullah Gül, 45. Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turnuvası’nın da Karadeniz Sahil yolunda yapılmasını sağlar diye ümit ediyor, o’nun da bu turnuvaya gereken önemi verip de Alanya’da ödül vermesinden duyduğum memnuniyeti ifade etmek istiyorum.

Bisiklet Federasyonundan Spordan sorumlu Devlet Bakanımız Murat Başeskioğlu’na, Gençlik ve spor Genel Müdürü Mehmet Atalay’a, tüm bisikletçi sporcularımıza, ve 44. Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turnuvası’a katılan tüm Dünya sporcularına ve onları alkışlayan tüm ellerin sahiplerine bende teşekkür ediyorum. Ne yalan söyleyeyim ülkemizin her hangi bir yanındaki bu tür etkinliklerden müthiş zevk alıyorum ve takdir ediyorum. Onun için de tüm emek verenleri tebrik ediyorum. Kalın sağlıcakla.

Not: Bu yazım aynı zamanda www.karadenizolay.com , www.haberajans.org , www.kuzeyhaber.com ve www.gazetehizmet.com da yayınlanmaktadir.

Ağlayan “anneler” günü

Ağlayan “anneler” günü

M. Kemal AYÇİÇEK – 11 Mayıs 2008


Alnından öptü. Sonra yüzüne baktı, baktı boynuna sarıldı. Öptü yanaklarından, yetmedi boğazından, olmadı gözlerinden öptü. Tatmin olamadı, sarıldı tekrar. Yanaklarını iki elinin arasına aldı, okşadı, gözlerini sildi, saçlarını düzeltti, öptü. Bağrına bastı sonra nasihatler ederken artık gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı.

Çevresinden gizleme gereği duymadı gözyaşları sel oldu aktı, boncuk boncuk yanaklarından sızan gözyaşları, oğlunun kulaklarını ıslattı. Oğlu da onu öpüyordu ama onun öpmesi, konuşurcasına bir öpüştü. Hakkari'nin Şemdinli İlçesinde Karakola Yapılan Saldırıda Şehit Olan 1987 -3 Tertip Şehit jandarma er Gökhan Uzun'un cenazesi, Trabzon'un Akçaabat ilçesinde toprağa verilirken gözyaşları toprağı ıslattıydı zaten.

Şehit er Gökhan Uzun’un annesinden değil benim sözünü ettiğim de aynı ilçedeki bir uğurlama öncesindendi. İki otobüs, anneler gününde çocuklarını kendilerinden ayırmak için okulun bahçesine çekilmiş, bagajlarının konmasını bekler kendi o annenin gözyaşları. O da 17 yaşındaki tek oğlunu uğurluyordu gözyaşlarıyla.

Delikanlı, annesini teselli ediyor, sık sık “sen merak etme anne” diyordu. Annesi, “acıkırsan yemek ye, aman oğlum aç kalma” diye sıkı sıkıya tembihliyordu. Oğlu, çevresindeki arkadaşlarına bakınıyor, ağlayan diğer annelere göz gezdiriyor, arkadaşlarının ne yaptığını gözlemliyor, ama yaşlarına hakim olamıyordu. O da ağlıyor, annesine söz verirken.

İki otobüs dolusu Akçaabat Anadolu Otelcilik ve Turizm Meslek lisesi öğrencisi, öğrenim gördükleri okulun anlaşmalı olduğu beş yıldızlı oteller de staj yapmak için 5 aylık göreve gidiyorlardı. O anne, ilk kez oğlunu gurbete gönderirken döküyordu o gözyaşlarını. Kısa dönem bir askerlik sayılırdı bu onun için. Zaten gözyaşlarının bolca aktığı şehit cenazesi günü onlar da Antalya’ya hareket ediyorlardı. Otobüsler gitti, o anne diğer annelere bakındı, sustu. Gözyaşlarını sildi. Gözleri kızarmıştı, iç çekti tekrar, bu kez sarıldı yanındaki bir yakınına, çömeldi, ilişti tretuvarın kenarına.

Otobüsler giderken o ağlayan çocuk, otobüsün arka camından el sallayarak kayboldu gözlerden. otobüslerden biri Antalya’nın Kemer bir diğeri de Antalya’nın Alanya yönündeki otellere, okulun görevli öğretmenleri ve öğrenci temsilcileri ile birlikte gittiler.

Bir başka anne

İki oğlu var yanında, hafif sekerek yürüyor, elinde bir süt şişesiyle bir başka anne, başka bir otobüse biniyor. Cam kenarına oturuyor. Yolculuğa hazır. Onunda uğurlayanı var. Yanında iki oğlu, ve uğurlayanı da bir diğer oğlu. O da ağlıyor. El sallıyor ama gözlüklerini sık sık siliyor olmasından anlıyorsunuz ağladığını.

Başka bir anne

Anneler günüydü ya, gözüm başka bir şey görmedi. Hep anneleri izledim gün boyu. Kimi evinin balkonundan el sallarken ağlıyordu, oğlunu uğurlarken otobüsün önün de , kimi çocuklarıyla torunlarının yanına giderken otobüste, kimi MSN’ nin başındayken , kimi Türk bayrağına sarılı tabutun eller üzerinde evinden ayrılırken ağlıyordu.

Görmeseler de bilgisayar başında torunlarıyla konuşan bir yaşlı anne, yatağından kalkıp geliyor zorlanıyor konuşurken, rahatsızlığı belli ediyor kendini konuşurken, selam söylüyor tüm tanıdıklarına ama oğlunun kalp ameliyatını bekleyip geleceğini söylüyor.” İstanbul, beni hasta etti. Nerde bizim köy” diyor yaşlı kadın, “oraya gelirsem düzelirim” diyor. O da bir başka anne.

Oğlu, yanına almış rahat etsin diye. Köyde de var bakacak kimsesi ama aklı annesinde kalmasın diye almış, götürmüş kendi yuvasına. Anne yaşlı, kulakları duymuyor, yürüyebiliyor ama seksenini devirmiş annenin, bağda bahçede geçmiş ömrünün geri kalan kısmında kentte rahat bulması düşünülebilir mi?
Canı sıkılmış, “anneler günü” de nerden çıkmış dercesine, onca yıllık ömründe kala kala annelere koskoca bir yılda sadece bir gün mü kalmışlığa isyanı gibi feri kesik sesiyle “döneceğim memlekete” diyebiliyor.

Ve diğer anneler

Annelerin gözyaşlarının mürekkep olmasını düşünebiliyor musunuz şu Dünya da?

O gözyaşlarıyla neler neler anlatmak istediklerini tüm insanlığa. Myanmar‘da(Burma ya da Birmanya da denir) da anneler vardı, Lübnan da da. Dünyanın her yanında var olan tüm anneler, hep göz yaşı dökerken görülüyor.

Oysa tüm annelerin gülmesi gerektiği bir gün, mutlu olması gerektiği bir gün bu onlara armağan edilen ama demek ki nafile..Annelerin “gün”lere karnı tok, yılın her günü “anneler günü” olmalı, onlara bir gün yetmez.

Ha belki şu olabilir ama yılda sadece bir gün “ağlayan anneler günü” bu olsun, diğer 364 gün se anneler hep gülsün, ağlamasın, yeter ki mutlu olsun. Kalın sağlıcakla.

Not: Bu yazım aynı zamanda www.karadenizolay.com yayınlandı

Gençlere güvenelim artık

Gençlere güvenelim artık

M. Kemal AYÇİÇEK – 1 Haziran 2008

Günümüz dünyası, artık yaşlıların uyum sağlamak istese de yetişemeyeceği bir hızla gelişen ve koşan bir dünya. İletişim çağı, teknoloji öylesine hızla ilerliyor ki bırakın yaşlı diye nitelendirdiğimiz 60 veya 70 yaş üzerini bugün, 40 yaşını aşmış insanların bile bu çağa uyum sağlaması zor.

Hal böyleyken bakın bu ülkeyi yönetmeye kalkmış siyasi partilerin vitrinlerine ve bir değerlendirme de bulunun. Kimler var siyasi partilerin görünür yerlerinde. Bu toplumla iletişimi sağlama noktasında olan insanların bugünü tam anlamıyla kavrayabilmesi gerekmez mi?

CHP genel sekreteri Önder Sav, genç bir insan olsaydı, Türkiye bir haftasını onun telefon konuşmasıyla zamanı boşa harcar mıydı? Sanmıyorum! Onun kabahati yok ki? O yaştaki bir insan, ne bilsin telefon açık mı kalmış, kapanmış mı? Dinleniyor mu, dinlenmiyor mu nerden bilsin? O işler, artık bugünün kuşağı gençlerin işi.

Teknoloji ilerledi ne kadar derseniz deyin, siz bunu yaşlı bir insana anlatıp da bir cep telefonuna kontör yüklemeyi bile uzaktan başaramazsınız. Babamdan biliyorum. Cep telefonunu nasıl kullandıklarını ve cep telefonlarıyla ne kadar içli dışlı olduklarını en yakınlarınızdan sizlerde bilebilirsiniz. Yani, bugünün teknik içerikli aletlerini hakkıyla kullanabilmek bile bir maharet gerektirmiyor mu?

Ben bile kullandığım cep telefonunun tüm fonksiyonlarını kullanamazken kalkıp yetmiş yaşını aşmış bir insanın kendi telefonunu hakkıyla kullanabileceğine de ihtimal vermiyorum. Ak saçları dökülmemiş olabilir ama Önder Sav’ın yüzündeki hayat izlerinin hangi yılları gösterdiği, ne çileli bir yaşam sürecinden geldiğini göstermeye yetmiyor mu? O insana bundan sonrasında artık güzel bir hayat sunmak varken ne diye stresli bir çalışmaya mecbur bırakılıyor?

İlla birikim ve deneyimi olan insanlar, tecrübelidir diye hep bu toplumun önünde mi olmalıdırlar. Bir kenara oturtulsalar da onlardan gerektiğinde istifade edilse, gerektiğinde onların görüşlerinden yararlanılsa daha doğru olmaz mı? Ne zamana kadar bu ülkedeki çocuklar adam olacak?

Ya da çocukların adam olması için illa tüm babaların ölmesi mi lazım? Babalar ölmeden, onların çocukları yetmiş yaşına da varsalar hala adam olamazlar mı? Ne biçim bir kaderdir bu böyle? Kimdir bunun sorumlusu, nedir bu zihniyet, neden bu ısrar hala neden?

Ha ben oğluma söylüyorum, “oğlum, ben yetmiş yaşına da gitsem sen benim oğlum olduğun müddetçe seni nazlatacağım” diyorum ama o bizim onunla aramızdaki hukukumuzdur. Bu demek değildir ki ben onu adam yerine koymuyorum. O daha bebekken bile ben ona hep bir adam gibi davrandım ve öyle de saygı duydum ama ya bu siyasetçiler?

Bir ayağı mezarda olanlar bile hala elini çekmiyor güncel siyasetten itirazım buna. Tüm partiler de bu hastalık var ne hikmetse. Olabilir siyaset bir hastalık olabilir ama o hastalığın bir tedavisi yok mudur? Yazık günah değil mi o yaşı başı ağırmış insanların hala bu ülkenin siyasetinde var ediliyor olmalarına? Burada bu ülkenin gençlerinin hiç mi sorumlulukları yok?

Bu ülkede Dünyayı okuyabilen ve tüm gelişimi yaşayabilen ve olanların farkına varabilen insanların siyaset arenasında yer alması ve çoğalmasının zamanı çoktan geldi de geçiyor bile. Artık, tüm siyasi partilerde tüzükse tüzük değişiklikleri ile Dünyayı ve çağımızı okumaktan yoksun kalmış yaşlı insanların yerlerini gençlerle değişimin önünün açılması lazım. Yaşlı insanlardan artık bu ülkede sadece hayır dua beklenir ve onlara hürmette kusur edilmemesi öğretilir. Yaşlılarımız elbette baş tacımız olacak ama bir cep telefonunu kullanmayı beceremeyen insanların zaaflarıyla bu ülkede gündem heba edilmemeli. Bu sadece CHP de değil hangi parti de olursa olsun böyledir.

Babaların da kendileri ölmeden çocuklarının adam olduklarını anlamaları ve emekli olduğu halde hala çocuk muamelesine tabi tutulmamaları gerektiğini bu ülkenin tüm babaları bilmelidir. Çocuklarının feryatlarına kulak tıkayan babaların ülkeleri, ne yazık ki günümüzdeki üçüncü dünya ülkeleridir. Türkiye, üçüncü dünya ülkeliliğini hak etmiyor, bunu en başta siyaseten babalarımızın bilmesi gerekir değil mi? Kalın sağlıcakla.


Not: Bu yazım aynı zamanda www.karadenizolay.com  da yayınlanmaktadır.

Kapatın şu AK Partiyi!

Kapatın şu AK Partiyi!

M. Kemal AYÇİÇEK – 19 Mayıs 2008

Hakkında kapatılma davası açılmış bir iktidar partisinin bundan böyle Türkiye’de yapacağı ne olabilir? Yapacağı her yasal düzenleme üzerinde şaibeler olacak, her fırsatta “zaten siz kapatılıyordunuz da” imalarıyla eleştirilecek bir iktidar partisi, bu aşamadan sonra kapatılmasa ne olur kapatılsa ne olur?

Hukukçu değiliz ama vatandaşız ya , bizim de bir Dünya’ya bakışımız var. İyi ya da kötü ama bir süre önce zamanından 6 ay kadar önce Cumhurbaşkanı seçimleri daha gündeme getirilmemişken ben sayın Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesini önermiştim. Sağ olsunlar, zar zorda olsa O’nu Cumhurbaşkanı seçtiler. Demek ki dedim, benim lafımı dinliyorlar o zaman bu kez de kapatın şu Ak Parti’yi diyorum.

Her ne kadar devletten maaş almasam da ülkemizin saadet ve selameti için olması gerekenleri naçizane dile getiriyorum. Kimseye hiç bir yerden de göbek bağım yok hamdolsun. Abdüllatif Şener veya Turan Çömez ile de konuşmadım, onların ekibinden de değilim. Tuncay Özkan zaten bizi adam sınıfından da saymaz!

Demek yazdıklarımızı mı ne okumuşlar, karşılaştığım bazıları durmadan soruyor; “ne olacak, kapatılacak mı Ak Parti” diye. Ne diyeyim adamlara, normal şartlar altında böylesine soruların bile sorulmaması gerekirdi ama soruyorlar. Ne diyeceğiz onlara, güya yazıp çiziyoruz ya! Meğer adamların zoru başka, kiminin borsada işi varmış, kimi kredi çekmişmiş, kimi düğün dernek yapacakmış, kimi hala fındığını satmamış bekliyormuş, benden medet umuyorlar. Ne diyeyim ben onlara, ben de şaştım kaldım tabi.

Biraz düşünüyorum sonra her birinin gönlünü rahatlatacak şeyler söylüyorum ama ben borsadan falan hiç anlamam ki, zaten anlamadığımı da o borsacının sonra ki gün tekrardan aynı soruyu soruşundan anlıyorum. Meğer tatmin olmamış bir önceki söylediklerimden. Daha daha bir şeyler istiyor, “hangi kağıda dönsek” diyor.

Deniyor ki, yargıya taşınmış bir olay hakkında ileri geri konuşuluyor. Hayat canlı ve devam ettiğine göre yargılama 10 sene sürecekse konuşmayalım mı? Millet adına karar veren yüce(!) yargıçlar, bizim bu yazdıklarımızın etki ve tesirinde mi kalacak ta “Türk Milleti” adına karar verecek? Bunun ne mantığı var?

Yargıçlar, yasalara göre karar verecek oysa yasaları yapanlar da insanlar ve biliyoruz ki bu ülkede Millet için değil ama şahıslar için bile yasalar çıkarılmadı mı? Şimdi o kanunlara göre yapılacak yargılamaları yapan yargıçlar, neyi kimden esirgeyecek. 301. maddeyle ilgili tartışmalar yüzünden bu ülkede binlerce masum insan hapsedilmedi mi? O yasa, birkaç isim altında değişikliklere uğratılmadı mı? O yasaya dayanarak ceza çekenler, daha sonra bu ülkenin en yüksek mahkemelerinin verdiği kararları Avrupa İnsan hakları Mahkemesi tarafından iptal ettirip bu ülkeye para ödetmedi mi?

Avrupa insan hakları mahkemesinin sık sık Türkiye’yi suçlu ilan etmesinden bu ülkenin yargıçları hiç vicdan azabı çekmedi mi? Ben sıradan bir vatandaş olarak Avrupa İnsan Hakları mahkemesi’nce Türkiye aleyhine verilen her karardan sonra utanç duyarken, aklı başında hangi hukuk adamı bunu hazzedebilir ki? Onların vicdanları hiç mi o kararlardan etkilenmiyor?
Zaten iktidardaki bir partiye dava açılmış olması bizim Demokrasimizin hala düzlüğe çıkamadığının, temel hak ve hürriyetlerdeki ihlallerin devam ettiğinin bir çok olayda ayan beyan görüldüğü bir ülkedeyiz. 1 Mayıs’ta İstanbul’da meydana gelen olaylar, bunun en basit göstergesidir. Hasta haneye gaz bombası atılacak sonra da “iş kazası” olacak bir garipliklerin döndüğü bir ülkedeyiz. Ve bunun hala iktidar partisi tarafından da savunulabildiği bir ülke burası. Olmaz, bunlar normal medeni ülkelerde olacak işler değil kısaca.

Bu ülkede imtiyaz sahibi her makam, mevki ve her kim varsa tümü, buna Milletvekilleri de dahil, herkes sıradan vatandaş gibi birer “insan” olabilirse o zaman bu ülkede yanlış giden şeyler, yoluna girer. Dokunulmazlık zırhına bürünmüş imtiyaz sahipleri varken bu ülkenin adam olacağı yok. Ama salt Milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılsın da diğerleri kalsın mantığıdır bu temel sorunların nedeni ve besleyeni.

Her türlü imtiyazı olduğu halde bu millete efendilik taslayan dokunulamazlar sınıfı, dokunulabilenleri yani bizleri zaptı raptı altına almak ve de o saltanatlarını sürdürebilme lüksünden ödün vermemek adına bu ülkede iktidar da olsa parti de kapatır, adam da astırır, diler se de zaten öldürür, öldürmezse de zaten süründürür. Bizim memleketin hali budur. Bana sık sık gelip de “ne olacak, kapanacak mı bu parti” diye soranlara ve de borsada “hangi kağıda yatsak” diyenlere de buradan duyurulur. Hem yazacağım hem de gelip sormasınlar artık. Onlar soruyor diye buradan yazdım, cevabı buradan alsınlar, bıktım ama ya! Kalın sağlıcakla.

Not: Bu yazım aynı zamanda www.karadenizolay.com  da yayınlanmaktadir.

AK Parti, kendini kapatmalıdır

AK Parti, kendini kapatmalıdır

M .Kemal AYÇİÇEK – 5 Haziran 2008


Anayasa Mahkemesi, tıpkı 367 kararında olduğu gibi bu kez de yine çok tartışılacak bir karara daha imza attı.

CHP ve DSP milletvekillerinin başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılmasına ilişkin anayasa değişikliğinin ''iptali veya yok hükmünde kabul edilmesi ve yürürlüğünün durdurulması'' istemiyle açtığı davada 9’a karşı 2 oy ile aldığı kararı yazılı olarak açıkladı;

''9 Şubat 2008 günlü 5735 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın bazı maddelerinde değişiklik yapılmasına dair Kanun'un 1. ve 2. maddeleri, Anayasa'nın 2, 4. ve 148. maddeleri gözetilerek iptal edilmiştir. Ayrıca yürürlüğü de durdurulmuştur.''

Her ne kadar Anayasa Mahkemesi kararları tartışılmazsa da ortaya çıkan durum Türkiye’nin Dünya’ya karşı imaj kaybetmesine yol açacağı gerçeğini değiştirmeyecektir. Kararın siyasi veya hukuki olup olmaması bundan sonra çok da önemli değildir.

Bu karardan sonra benim anladığım Türkiye’de ne kadar sağcı varsa bunların tümü, diledikleri kadar hukuk fakültelerinden mezun olurlarsa olsunlar onlar hukuktan anlamazlar sınıfına konmuş, ne kadar devletçi solcu varsa bunların tümü de hukuktan anlarlar sınıfına dahil edilmişlerdir.

Anayasa mahkemesi’nin bu kararından sonra CHP ve DSP’ye gönül verenler, haklı olarak gönül rahatlığı ile bu kararı bir bayram ilan edebilir ve sevinip oynayabilirler. Bu sevinç, onların ana sütü gibi onların hakkıdır ve kimse de bunu çok göremez. Dilerlerse zil takıp ta oynayabilirler de, bunu da kimse onlara çok göremez!

MHP’ye gelince onlar da Anayasa Mahkemesi’nin bu kararına “saygı” duymakla birlikte, AK Parti’ye iyi bir oyun oynamanın keyfini sürebilir ve bunun tadını çıkarabilirler. Onlarda bunda haklıdırlar. Siyaset, elbette rakipleri tasfiye etme sanatıdır da aynı zaman da ama buradaki tasfiye kendilerine de zarar verecektir.

AK Parti’ye gelince, AK Parti artık bu karardan sonra daha fazla kapatılıp-kapatılmamayı bekleme yerine derhal kendi kendini fesh etmelidir.

Bu aşamadan sonra Anayasa Mahkemesi’nin kapatması veya kapatmamasını beklemekle zaman kaybetmek yerine elini çabuk tutarak, genel ve yerel seçimleri birleştirerek yeni bir erken genel ve yerel seçim sandığını milletin önüne koymalıdır.

Hal böyle olunca da CHP ve DSP başta olmak üzere tüm bu sonuçlara Türkiye’yi getiren süreçlerdeki aktör milletvekilleri de dahil tüm milletvekilleri, sorumsuzluklarının bedelini “emeklilik hakkını elde edemeden” millete giderek ödemiş olurlar.

Türkiye, önemli değişim ve gelişim sürecindedir. Demokratikleşme adına atılan tüm adımların yerli yerine oturabilmesi için de tüm bu gelişmelerin yaşanması kaçınılmazdı. Evet, milletçe sürekli büyük bedeller öder olduk ama taşlar yerinden oynamıştır.

Avrupa Birliği üyeliği için 42 yıl bekleyen Türkiye’de bu üyelik sürecinin başlatılması ve müzakerelere başlanılmış olması, o yerinden sallanmayan taşları oynatan en büyük etken olmuştur. O taşların yerli yerine oturması için de yeni anayasa da dahil olmak üzere Türkiye’de hızlı değişim ve gelişimi sağlayacak tüm yasal boşlukların da doldurulması ve gediklerin kapatılması gerekmektedir.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve ekibinin Şanlıurfa ve Diyarbakır gezilerinde CHP’nin “1989 Doğu ve Güneydoğu raporu”na yeniden sahip çıkmış olması da bu yeni sürecin geri dönülmez ufkunu açmıştır. Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla CHP’nin Doğu ve güneydoğu açılımının aynı güne denk gelmiş olması kesinlikle bir tesadüf de değildir!

Anayasa mahkemesi’nin son kararından sonra görülmüştür ki, 73 milyon’luk Türkiye’de 411 milletvekilinin yapamadığını 9 mahkeme üyesi yapabilmektedir. Böylece, 411 milletvekiline maaş vermenin da anlamı kalmamıştır. Her 8 milyon 111 insanı, bir anayasa mahkemesi üyesi temsil etmektedir ve verilen kararda 2’ye karşı 9 oyla “iptal” edildiğine göre başka söze gerek kalmamıştır!

Elbette Türkiye, Demokratik, laik ve sosyal bir Hukuk devletidir. Ve tabiî ki de Anayasa mahkemesi’nin verdiği kararlar kesindir ve bu kararlarda tartışılamazlardır(!). Bende aynen Mahkemenin kararının tartışılamayacağına inanıyor(!) ve hukukun üstünlüğüne gönül veren bir birey olarak, Anaysa mahkemesinin Türk Milleti adına verdiği kararı saygıyla karşılıyorum! Ama adil bulmuyorum!

Not: Bu yazım aynı zamanda www.karadenizolay.com , www.kuzeyhaber.com ve www.gazetehizmet.com da yayınlanmaktadır.

13 Mayıs 2008 Salı

Neden Karadeniz?

Saygı değer okurlar,
http://www.karadenizolay.com/ u yayına verirken amacımız bölgemizin tüm güzelliklerini, el değmemiş doğasına saygılı bir şekilde, tüm ırmaklarımızı, tüm yaylalarımızı, tüm köylerimizi, tüm dağlarımızı ve denizimizi dünya insanlığına açarken, art niyetleri ve niyetlilerin varlığını göz ardı etmiyoruz. Biliyoruz ki, sevgi ve saygı ile tüm ulusların sorunları dile getirilerek çözümlenebilir. Ancak, var olan tüm güzellikler de dünya insanlığı ile paylaşılarak gelişir ve de reel değerleri ile insanların zihninde yer edinir.
“Karadeniz” dendiğin de, gelmeyen, görmeyen ve bilmeyenler için akla ilk gelen “herkesin silahlı” olduğudur. Bu tam anlamıyla bir büyük yalandır. Tam bir vehimdir. Tam anlamıyla bir “bilmemek”tir. Ama “bilmemek ayıp değil öğrenmemek ayıp” diye de bir tabirimiz var. Bizdeki “silah tutkusu” tamamen folklorik yerel bir değerdir ama bu silah kullanımı sadece düğün ve dernekler de “en iyi”yi temsil etme adınadır. Silah, hiç bir zaman “kötü”lük adına edinilmemiş, edinilmez ve de edilmemiştir. Silah, sadece hayata renklilik katma, yaşama bir “ses” verme aracıdır. Kesinlikle ve kattiyetle “ses alan” olarak kullanılmamıştır.
Ancak, istisnalar olmamış değildir ancak, bölge dışında akıllarda yer ettiği şekliyle bölgemizde “herkes silahlıdır” imajı, yersizdir.Doğru değildir. Silah, bırakın insanı, hayvanlar için bile kullanılmamaktadır. Silah, sadece sevinç, mutluluk ve huzur adına yapılan tüm etkinliklerin sadece “sesli bir rengidir” o kadar.
O zaman, bölgemize hiç gelmeden, bölgemiz ve insanı hakkında “uzak”tan ahkam kesenleri başta olmak üzere, tüm insanlığı Karadeniz Bölgesi’ni yerinde görmeye ve tanımaya davet ediyoruz.
http://www.karadenizolay.com/ isteyip de Karadeniz’e gelme fırsatı bulamayan tüm Dünya insanlarına zaman zaman fotograflarla ağırlıklı olmak üzere sayfalarında yer verecek ve bölgenin tam anlamıyla tanınmasını sağlamak, varsa eksik ve hatalı bakış açılarına yöneltilen sorulara cevap arayarak ve de vererek katkı sunmayı amaçlamıştır.
Umar ve ümid ederim ki, bu bölge yani “karadeniz Bölgesi” ile ilgili sorularınız ve görüşlerinizle sizlerde bölgenin herkes tarafından “doğru” anlaşılmasına katkı sunar ve destek olursunuz. En derin saygılarımızla.
M. Kemal AYCİCEK
http://www.karadenizolay.com/
Genel yayın yönetmeni
Trabzon/Turkey