25 Kasım 2011 Cuma

Karadeniz'in süslü inekleri


  Karadeniz insanı, sütü ve süt ürünleri elde etmek için beslediği hayvanlarını da kendisi kadar düşünen insanlardır. Hele kadınlar, onların inekleri  süslemek için dokuduğu, aldığı, taktığı takılar, hayvanlara ne kadar  sevgi beslediğinin ne kadar saygı gösterdiğinin de bir nişanesi ve bir vefa duygusudur aynı zamanda. Çünki, Karadenizlinin bir danası(buzak) olduğunda daha doğduğu anda ilk olarak ona bir isim verilir. Ve o hayvan, o isimle büyütülür ve aile bireylerinden biri halini alır.  Yaşar, Gülistan, yadigar,hatun gibi..
Karadeniz’e yolu düşenler rastlamıştır,hele yayla mevsimi ise yollarda veya  belki de fotoğraflardan da görmüş olanlarınız mutlaka olmuştur.Karadeniz’de, kafalarında rengarenk püsküllerle süslenmiş  hayvanlar olur.  Mutlaka merak etmişsinizdir de değil mi? “Neden bu hayvanları böyle süslerler?”, “hayvan bu süslerden ne anlar?”,ya da “gereklimidir hayvanın süslü olması?” gibi aklınıza gelebilir. Ama eğer, siz bir Karadenizli iseniz ve o hayvan, evinizin bir bireyi oluvermişse, evet süslenmesi gerekir, çünkü o hayvanın o evin hiçbir bireyinden farkı yoktur. Öylesine sevilir, öylesine sahiplenilir ve öylesine süslenir işte. Hem yayla yolu derken iki günlük yaya yoldur ve o yolda hem o hayvanların süslemeleri ile uğraşmalar anlatılacak, hangi boncuk hangi katma (iplik) nasıl yapılmış veya nerden alınmış o yolda hep onlar konuşulacak kadınlar arasında, yoksa o uzun yayla yolları başka türlü biter mi?
 Hayvanlar da süsler, yayla yolculuğuna veya bahar ayından itibaren ahırdan dışarı çıktığında hem kem gözlerden korunmak (nazar değmesin)ve hem de kolayca tanınmasını  sağlar. Nazarlık, gerdanlık, burunluk, kaşlık, boynuzluk, zil, Çan ve kelek, hayvan doğmadan önce hazırlanır veya çarşıdan pazardan da alınabilir. Veya daha önceki hayvanlardan kalmış, ahırın bir köşesinde saklanmış, asılmış da olabilir. Ahırdan çıkarılmadan hayvan temizlenir.................haberin devamı için tıklayın

13 Ekim 2011 Perşembe

Birkaç Guguvak öyküsü


  Guguvak..çocukluğumuzdan  bildiğimiz, şapkasını Fes’e benzettiğimiz ve yerden biten bir şeydi. Bize sıkı sıkıya tembihlenirdi, “sakın kendi bulduğunuz guguvağı yemeyin” diye.. bizde ona uyardık ama  yayla yolunda veya yaylalarda gezerken rastladığımız guguvakları da alır, eve gider ve dedeme, neneme veya annemize sorar, eğer yenen türdense öylece yiyebilirdik. Yenmeyecek türlere genelde, yenmesin diyedir belki de ,”zehirli”  yerine  “köpek işemesi” denirdi.Çocukluktan aklımızda Guguvak yani mantarlarla ilgili kalan bilgi sadece bu kadardı. Zehirli olanlara , “köpek işemesi” denmesi de, bizi onlardan uzak tutmak için, “iğrenç”lik ifade eden deyim yerine geçmesiyle onlardan uzak dururduk.
Bizim Guguvak olarak bildiğimiz aslında yenilebilir doğal ortamlarda sisli ve rutubetli alanlarda, yağmur veya çiseden hemen sonra birden bire yetişen mantarlardı. Büyükçe bir guguvağı, Maçka'da ormanın bittiği bir noktada buldum, otların arasında..tamda mangal için yayla yolundayken..aldım, götürdüm.Büyükçe bir mangalda üzerine hafif tuz dökecek ve pişirecek, belki de et bile yemeyecektim, o kadar müthiş bir guguvaktı.Bir yandan et siparişimiz hazırlanırken, kasabın içinde  Mantardan iyi anlayan yöre sakinlerine  sordum, "yenir" dediler. Bir başkası, “yenir ama kurtlanmış, atun oni” dedi. Bir diğeri de, “la pirakun, adam ölecekta derdi sizi mi almış, bırakın yesun, garişmayin ona” diyende oldu. Başkalar..................haberin tamamını okumak için tıklayın

3 Ekim 2011 Pazartesi

İshakpaşa sarayı'ndan Ağrı dağı görünür mü?


  Aklımdadır hep, bizim Doğu veya Güneydoğu Anadolu bölgelerine neden kimse gitmez. Gezi sitelerine baksanız Türkiye dendiğinde hep ya Akdeniz veya Ege veya Marmara Bölgesi’nden ufacık bir dükkan, halıcı veya boncukcuyu yazarlarda bir türlü diğer bölgelere gitmezler. Güya gezicidirler ama Alanya’nın plajı, Çeşme’nin geceleri, Bodrum’un Halikarnas’ı, Fethiye’nin ölüdeniz’i, Antalya’nın kurşunlu, didem ve Manavgat  şelaleri..onlara inat bende  İkinci kez gidiyorum Ağrı, Doğubeyazıt’taki İshakpaşa sarayına. Öyle ya  Dünya’daki ilk merkezi ısıtma sistemine sahip, Selçuklu, Gürcü, Ermeni, İran, Türkistan ve Osmanlı mimarı tarzını yansıtan mozaik bir eser İshak Paşa sarayı.
 Bir önceki gezimiz 2001 yılındaydı ve yolu yapılmamıştı, o nedenle aracımızı sarayın altlarında bir yerde bırakıp, yürüme çıkmıştık. Henüz restorasyonu yapılmamıştı, kapıları açıktı o nedenle de zindanlarına kadar inmiş, gezebilmiştik. İkinci gidişimizde hem yolu vardı ve hem de yol kenarlarında artık restoranları ve dinlenme yerleri de oluşmuş bir turizm merkezi görünümüne kavuşmuştu. Hem zaten gidilebilir olmasının rahatlığı, artık önerilebilecek yer olması anlamına da geliyordu. Şimdi den hem de gözüm kapalı olarak, kesinlikle ölmeden görülmesi gereken yerlerden biri diyebileceğim kadar şiddetle hatta Rizelilerin ifadesi ile haain (şiddetli) önerebileceğim bir yer hem Doğubeyazıt ve hem de tabiî ki İshakpaşa sarayı ve çevresi. Bir yanda Ağrı dağı, bir yanda İshakpaşa sarayı bir yanda da Kürt ulusal destanı "Mem û Zin"’in yazarı Şeyh ,alim, şair Ahmed-i hani ya da  Ehmed Xani (1651- 1707)  Türbesi..

 
Ta Milattan önce 800’lü yıllarda Urartu döneminden yerleşime açık olan Doğubeyazıt aslında İshakpaşa sarayının olduğu bölgedeymiş ama yıkılmış, yakılmış derken şimdi sadece o saraya 5 kilometre  mesafede kalmış, sanki 5 bin 137 metrelik zirve...................haberin devamını okumak için

Ağrı Bildirgesi ve Nuh'un gemisi


  Doğubeyazıt’ta çay içerken akşam olmak üzereydi. Doğubeyazıt’ta mı kalmak lazım yoksa Iğdır’a gidip orada mı kalalım diye düşünürken, her ikisinden de vazgeçip, Ağrı Dağı’nın yamaçlarında yapılan şu temsili Nuh’un gemisine gitmeye karar verdik. Ama karanlık çökmeden bu gemiyi bulmalıydık. Kimseye de sormadık, nasılsa yoldan görürüz diye düşünmüştük. Yola koyulduk, Iğdır’a doğru ama o Sarısu vadisinde bir rüzgar esiyor ki sormayın,toz dumana karışıyor. insanı uçuruyor o derece sert bir rüzgardı. Zaten hız yapmıyoruz ama o rüzgarın sizi savurur gibi yapıyor olması da yetiyor. Rüzgarın hani bir melodisi vardır, ıslık gibi işte o melodi ile yol alırken biraz  da daha da fazlası olabilir mi kaygısı ile ürküyoruz ama çok değil tabi.
 Karabulak’a varmadan yolda duran vatandaşın birini alıyoruz arabaya, ona soruyoruz Nuh’un gemisi maketini. İyi ki de almışız, zaten hava kararmaya yüz tutmuş ve Nuhun gemisi maketi de zaten D 975 karayolu, yani E-99’dan da gözükmüyormuş. Elmagöl’e geçmeden yol dan sağa Korhan yaylası yoluna sapıyoruz, Ağrı dağı’na doğru. 1,5  kilometre sonra da zaten gemiyi görüyoruz. Daha yeni yapıldığı her halinden belli, ahşaplar pırıl pırıl parlıyor. Yanına varıyoruz, uzaktan küçük gözükse de yanına vardığınızda Ağrı dağı heybetinde değil ama o doğada insan eli ile yapılmış bir eseri görünce hele bir de yanında dalgalanan flamaları ile bu dağın yamacına insan elinin değmiş olması duygulandırıyor bizi.kilidi yok, kapısından içeri giriyoruz. Orada yukarıda esen o Rüzgar da yok ama soğuk vardı, geminin maketinin içinde ısınıyoruz.Geminin içinde ağaç kokusundan başka hiç bir şey yok. İnsanlar bir eser yapmışlar, ıssız bir dağ başında diyorsunuz ama sadece bu kadar mı.................haberin devamı için tıklayın

20 Eylül 2011 Salı

Gül; "AB Müzakerelerinde Türkiye'ye samimi olmayan engeller konmasın"


 Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bomba ihbarı yapılması üzerine Humboldt Üniversitesi’nde iki saat gecikmeyle başlayan konuşmasına, üniversitede bulunmaktan ve konuşma yapmaktan duyduğu memnuniyeti ifade ederek başladı. 


“ROJ TV’NİN ÇAĞRILARINA RAĞMEN 30–40 KİŞİ ANCAK GELDİ” 

Cumhurbaşkanı Gül, üniversitede yapacağı konuşmaya geçmeden önce, programın iki saat geç başlamasına neden olan bomba ihbarıyla ilgili şu değerlendirmede bulundu: “Almanya'nın demokratik ortamından faydalanan ve bunu istismar eden terör örgütüyle ilintili 30-40 kişinin buradaki tehditleri ve bu toplantıyı yaptırmak istememeleri, bu toplantıyı yapma ısrarımız karşısında da bomba ihbarı yapması üzerine güvenlik güçleri konuşmayı bu kadar geciktirdiler. Ama şunu ifade etmek isterim ki, burada böyle 30-40 kişiye pes edecek, onların tehdidine, şantajına boyun eğecek halde değiliz. Asla da onlara taviz vermem. Onların şunu da bilmesini isterim ki Benim Türk vatandaşlarım onlara değil, bana sempati gösterirler. Onları değil, beni severler. Sabahtan beri Roj TV burada binlerce insanı toplamak için yayın yaptı. Ama buraya 30-40 kişi ancak geldi. Onun hüsranını yaşadıkları için bu toplantıyı sabote etmek istediler. Ama bu toplantıyı muhakkak yapacağımızı söyledim, onlara prim vermeyeceğimizi... Teröre kim taviz verirse, onun arkası gelir. Kim terörün şantajına, tehdidine boyun eğerse, onun faturasını o öder. Onun için bu tehditlere, şantajlara hiçbir zaman boyun eğmeyeceğimizi ve bunlardan yılmayacağımızı da herkesin görmesini isterim.''
“BOMBA TEHDİDİ YAPANLAR SUÇ ÖRGÜTÜ DEĞİL, TERÖR ÖRGÜTÜDÜR” 

Kendisine istenilen sorunun sorabileceğini, aykırı soruları da cevaplayacağını söyleyen Cumhurbaşkanı Gül, “Ben en aykırı soruyu da alırım, cevaplandırırım. Ama eğer bomba tehdidi yaparsa, silah tehdidi yaparsa, doğrusu ona da asla pes etmem. Bu gecikmenin sebebini herkes bilsin. Bunu da eminim ki hepiniz makul karşılamışsınızdır...................haberin devamı için tıklayın

Sağlık'ta İnternet randevu sistemi çöktü mü?

 Sağlık Bakanlığı’nın MHRS adı ile başlattığı yeni randevu sistemi’nde  artık internetten randevu alınamıyor. Hastahanelerden vatandaşlara, “internet kalktı, sadece 182 numaralı telefonla randevu sistemi geldi” ifadesi, tepkileri de beraberinde getirdi. Ancak, 182 MHRS çağrı sistemi ücretlendirmelerle vatandaşlar sırf randevu alabilmek için hem paralarından ve hem de zamanlarından oluyor. 

MHRS’ne 22 Ağustos’ta başlanan Trabzon’da devre dışı bırakılan internet randevu sisteminin şimdilik Türkiye’de sadece 8 ilde yapılabiliyor olmasına karşın, Trabzon sağlık Müdür yardımcısı Selim Seis, “İnternetten randevu kalkmadı ama biz MHRS’ye geçerken olası aksamaların önüne geçmek için internet randevu sistemini devreye alamadık, ama 20 gün sonra internet devreye girebilecek” dedi.

 
M. Kemal AYÇİÇEK

 
Sağlık Bakanlığı, Türkiye'de daha etkin ve verimli bir şekilde vatandaşların sağlık hizmetlerine ulaşabilmesi amacı ile Sağlıkta Dönüşüm Projesi  kapsamında Trabzon’da daha önce internet üzerinden randevu alınabilen tüm hastanelerdeki bu sistemin yerine MHRS 182 çağrı sistemine geçildiği iddiaları üzerine konuyu araştırma gereği duyduk. Hastahanelerden vatandaşlara, “internet kalktı, şimdi sadece 182 çağrı sistemi geldi” denilerek, hastalar çağrı sistemine yönlendiriliyordu. Araştırınca, durumun aslı öyle değilmiş, meğer bu yeni sisteme geçilirken hazırlıklar tam yapılamadan yerel portallardan internet randevu sistemi kaldırılmış ama ulusal portala da uyumlandırma yapılamayınca, internet randevu sistemi askıya alınmış.
Oysa portalın da Sağlık Bakanlığı, konu ile ilgili açıklamalarında MHRS ile birlikte İnternet üzerinden randevu sisteminin de devam ettirileceğini, üstelik MHRS 182 Çağrı sisteminin ücretli olduğunu, sadece internet üzerinden randevu sisteminin ise ücretsiz olarak verildiğini açıklıyordu. Ancak Türkiye genelinde Bursa, Çanakkale, Denizli, Eskişehir, Karaman, Konya, Kütahya ve Muğla’nın dışında internet randevu sisteminden İstanbul ve Ankara başta olmak üzere Türkiye’de hiçbir ilde yararlanılamıyor. Bu durumda da vatandaş sadece MHRS 182 çağrı sistemine yönlendirilerek, gereksiz yere masrafa sokuluyor. Söz konusu portal’ da şu bilgilere yer veriliyor;

 
“MHRS Nedir?
Sağlık Bakanlığı, Türkiye'de daha etkin ve verimli bir şekilde vatandaşların sağlık hizmetlerine ulaşabilmesi amacı ile Sağlıkta Dönüşüm Projesi'ni hazırlamıştır. Bu proje kapsamındaki çalışmaları büyük ölçüde gerçekleştirmiş ve bu zincirin en önemli halkalarından biri olan MHRS, 2011 yılında hayata geçirmiştir.
MHRS; vatandaşların Sağlık Bakanlığına bağlı 2 ve 3. basamak Hastaneler ile Ağız ve Diş Sağlığı Merkezleri için 182 MHRS Çağrı Merkezini arayarak canlı operatörlerden kendilerine istedikleri hastane ve hekimden randevu alabilecekleri bir uygulamadır.
 
MHRS’ nin Amaçları Nelerdir?
Hastanelerde daha iyi bir kaynak planlanması (iş gücü ve teçhizat kullanımının etkin ve verimli planlanması) yapılarak vatandaş/hasta memnuniyetinin artırılması, hastanelerde kuyrukların azaltılması,
Hastanelerde kaynak kullanımının ve dağıtımının ölçülmesi (iş gücü, makine ve teçhizat kullanımının et...................haberin devamını okumak için tıklayın

15 Eylül 2011 Perşembe

Yaylalar da bu yıl Boran Boran üstüne..


  Karadeniz bölgesinde bu yıl , ülke genelinde olduğu gibi havalar sık sık değişiyor, bir saat bir diğerini tutmuyor. Sahillerde sıcak ve nem, dağlarda boran’a dönüşüyor.Sıcak, nemli hava ve dağlar, boran oluşumunu kolaylaştıran bir ortam sağlıyor kısaca..Sabahleyin Güneş varken, öğlene doğru bulutlar yoğunlaşıyor ve yaylalarda aniden bastıran dolu ve yağmura tanık oluyorsunuz. Yıldırım korkusu dışında her şey gayet güzel oluyor. Küresel ısınmanın yansımaları, Karadeniz yaylalarında da kendini hissettiriyor diye düşünüyorum artık..


Geçen haftaydı, Sumela Manastırının olduğu Coşandere vadisinden yukarıya doğru çıkıp, Acısu yaylasından inen yoldan geri döndük. Dilaver yaylası’na varmıştık ki  aniden kararan havanın ardından bir dolu, ardından bir gök gürlemesi ve şimşekler derken  bir boran ve yağmura yakalandık. Kısa sürdü gerçi ama  Camiboğazı’n da da aynı yağmur bir kez daha teklararladı. Bir iki saat içinde 3 kez dolu ve yağmura yakalanınca, yıldırımdan korktum ne yalan söyleyeyim, böyle bir durumda araca sığınmak yetmiyor ki. Kaçacak bir yer o anda düşünemiyorsunuz bile.. Yomralıların yaylası ve yol güzergahındaki yaylalardan henüz kar kürtükleri kalkmamıştı. Aşırı yağışlardan olacak, yaylalarda bu yıl ot ve çayır, oldukça bol. Özellikle büyük ve küçükbaş hayvanı olan yaylacılar için bu yıl, bereket yılı denebilir. Yapılan yağ, peynir ve süt mamulü ürünler, şüphesiz o ailelere bir nefes aldıracak.


Yaylaların her biri, bir diğerinden güzel bu yıl ama havaların yağışlı olmasından olacak pek bir kalabalık gözükmüyor. Bir çok tesis, henüz kapısını açmamış bile..Haziran sonunda aslında yaylaların dolması gerekirdi bu zamanlara kadar ama öyle değil..Haçkalı Baba’ya sisli bir günde denk geldik. Kölemen tesislerindeki usta.......................haberin devamını okumak için tıklayın

Karadeniz Bölgesi’nin hazin öyküsü


  Dışarıdan bakıldığında “harika” bir yerdir Karadeniz Bölgesi…Öyledir de aslında.. Yeşilin 40 tonunu görmeniz mümkündür çünkü.. Gürül gürül akan derelerinin çevresine saçtığı hayat, bir başka bölgelerde çok sıkça görülemeyecek manzaraları da oluşturur.. Fotoğraflara bakıldığında her an “ahh” çekersiniz, “ne güzel bir yer, ne müthiş bir doğa” diye iç geçirirsiniz.. Elbette haklısınızdır, bu tarz bakışınızda ama.. işte aması var.. Karadeniz Bölgesi, Doğu Anadolu Bölgesi’nden sonra en fazla göç veren bir bölgedir. Yani; Bu müthiş manzaralar, bu müthiş Doğal güzellikler “karın doyurmuyor”..karınlar doymayınca da “göç” etmekten başka çaresi kalmıyor bölge insanının..belki daha iyi yaşam hayalleri, binlerce insanı söktü aldı doğduğu topraklardan.. Evet, “insan doğduğu değil doyduğu yere gider” de yaşam, sadece “doymak”la mı sınırlıdır?!
 

 
Gelin Karadeniz bölgesine, ama gürültüsüz, habersiz, sessizce bir gezin bakalım.. o hayal dünyanızda oluşan veya oluşturduğunuz aynı duyguları yakalayabilecek mi siniz?.. Kapısı, bacası  kilitli, penceleri kapalı, duvarları yıkılmış, çatıları çökmüş, kiremitleri yosun bağlamış Karadeniz evlerini gördükten sonra..kimi inşaatı yarım kalmış, kimi zaten ufacık olan ahşap evinin veya dükkanının kilidini vurmuş, sönmüş ocaklar az değildir Karadeniz bölgesinde..Evet.........................haberin tamamını okumak için tıklayın

Çevreci fare kapanı yaptı


  Günümüzde artık araçlarda bile “çevreci” yakıtlara ağırlık verilir oldu. Çevre konusundaki duyarlılık her geçen gün daha da yaygınlaşırken, çevre bilinci artık Gazete, televizyon ve iletişim araçlarında daha fazla yer almayı sürdürüyor. Bu duyarlılık kapsamında Enver usta da   “çevreci fare kapanı”  icad ederek, bu sürece önemli bir katkı sağladı. Şimdi o çevreci kapanın hikayesini sizlerle paylaşmak istedim.


“Çevreci kapan” için, “Ne zaman doğdu bu fikir, nasıl oldu?” diye sordum, Enver usta’ya, “tam otuz yıl önce” dedi gülerek. Karadeniz bölgesinde serander’ler vardı o yıllarda, merekler vardı. O seranderler de fareler çıkamasınlar diye direklerin üzerine ayaklar konur, farelerin o seranderlere çıkması önlenirdi. Kışlık yiyecekler, zahire(depolanmış tahıl. tahıl zulası)ler (Mısır, fasulye, un, şeker, arpa,patates, meyve yöre de üretilen tahıllar) orada muhafaza edilirdi. Farelerden muzdarip olanlar tabiî ki öncelikle yöre kadınlarıydı. Mısır almaya gittiklerinde hep zarar ve ziyandan önce onlar haberdar olurlardı, sonra evde konuşulur ve farelerin ne kadar zarar verdiği anlatılırdı konu komşuya ve çareler aranırdı. 



Enver, Trabzon’un Araklı ilçesinde böyle bir evin çocuğu..Hala aynı ilçede mütevazi bir dükkanda diyotlarla, kablolarla dur durak bilmeden uğraş veriyor. Hele annesi Fatma yenge ki biz onu hep “gelin abla” biliriz( Köyün öncüsü kadınlardandır, her şeyi en iyi bilen bilge kadındır) ister istemez evde konuşulanlardan etkileniyor ve var olan fare tuzaklarının “neden sadece bir tek fare tutabiliyor da çok fazlasını birden yakalayamıyor” diyerek kafasına takıyor bunu. Evet, fare zehirleri vardı, kimi zaman onlardan yarar da sağlanıyordu ama yok havaların yağışlı olduğu zamanlarda o da konuşuluyor ve farelerin zehirleri yediklerini ama ardın................haberin tamamını okumak için tıklayın

Buzağıyı, annesine yalatmadı!


  “Günü geçti, hala doğurmadı” diyor ara sıra, derin derin iç çekiyor Mavuş. Ahırda bir sığırı var ve doğum günü geldiği halde hala doğurmamış olmasının sıkıntısı bu. Evinden bir tarafa çıkamıyor, geleni gideniyle bir yere o da gitmek istiyor ama gidemiyor. Henüz doğum yapmamış sığırının gününü doldurmuş olmasına rağmen hala doğurmamış olması, ona ayak bağı oluyor. Bir de torununun düğünü var tabi,”iç çekmek” için bahanesi oldukça fazla aslında.

 
 Sabah kahvaltısından sonra ahırdan bir böğürtü, ardından sık sık ama normalden farklı çıkan bir sığır sesi. Mavuş, fırlıyor kahvaltı sofrasından sessizce, ağrılarından kambur bir halde aksayarak koşar adımlarla yöneliyor ahıra. Ardından gidiyorum. Ahıra girince buzağıyı görüyoruz, annesinin böğürtülerine aldırmadan buzağıyı annesinden uzaklaştırmaya çalışıyor. Islak teni, parıl parıldıyor dananın. Henüz doğmuş, gözleri açık ama henüz ayağa kalkabilecek güçte (belki de tecrübe) değil. Kalkmak için yelteniyor, bir… iki ... derken başaramıyor. Aklıma fotoğraf makinem geliyor, bir solukta koşturup makinayı alıyorum ve birkaç kare fotoğraf çekiyorum buzağıya.. Belki o an bana kızıyordur ama ben onun o güzelliğine sığınarak, sırf sizlerle de paylaşabilmek adına yapıyorum bunu..Güzel mi güzel bir Kınalı(!)

 
 Karadeniz’de hemen hemen herkesin bir lakabı vardır,  bilinilirliği ismin önündedir. Öylesine yaygındır ki bu durum mesela Mavuş’un ilk oğlu ortaokuldadır ama yatılı okulda. Hafta sonu gelir, daha ilk hafta olduğundan izin almak ister köyüne gitmek için. Müdür yardımcısının yanına gide...........................haberin tamamını okumak için tıklayın

Su Hayat, Çeşmeler, Hayrat'tır Karadeniz' de..


 Çeşme, Farsça bir kelimedir aslında,  “çeşm” sözünden geliyor. Bu söz Türkçede “göz”e karşılık olup, “su kaynağı” manasındadır. Türkçede suyun kaynağına “göze” veya “göz” dendiği gibi Farsça’da da çeşme denmektedir. Arapça’da da , pınara “ayn” deniyor. Ayn “göz” manasına geliyor. Ben Karadeniz deki çeşmelerden bir çeşni yapıyorum bu yazımda..görenler var görmeyenler var, belki görmek isteyenler olacaklar vardır. Suyu kaynağından içmek kadar zevkli ve keyif veren ne olabilir?. 
Karadenizli bunu bilir ve onun için Karadeniz de vardır, her susadığınız bir yerde bir göze, bir oluk, bir kurun, bir çeşme veya tekneler kurma ve yapma geleneği. Kimilerinde oluklar taştan, kepçe misali, kimilerinde bir ağaçtandır hem oluk ve hem de yalaklar ya da tekneler. Su “aziz”dir, “hayat”tır ama oluklar, çeşmeler, kurunlar, tekneler hep hayrattır, hayatın bir parçası olarak  Karadeniz bölgesinde.
Çocukluğumuzda tanıdık gözeleri..hani yerden kaynayan, yer altından ufacık kumlarla birlikte suyun yer yüzüyle buluştuğu  gözeler. Eğilip suyu kaynağından içerken, nefes almaksızın yudumladığımız ama soğukluğundan iki üç yudumdan fazla içemediğimiz  o su kaynakları.. Kimi gözelerin suları, süreklilik vaad ediyorsa bunu hayır severler, bir güzel çeşme ile insanlığa armağan ediyor. O armağandan tek beklentisi, hayır ve hasenat oluyor.sonra ona isim veriliyor, kim yaptırdıysa belki kendi adını veya kimin adına yaptırdıysa onun adını veriyor çeşmeye.ama çoğunlukla hayra adanmış eserlerin çoğunda isimde bulunmaz zaten...............haberin tamamını okumak için tıklayın

kimse opmesun damadı, gelin kizayi


  Yaz mevsimleri genelde düğün sezonunun da başladığı bir mevsim. Okulların tatile girmesi ve gurbetteki yakınlarında iştiraklerinin sağlanması amacıyla genelde tatil dönemine denk getirilen düğünler, yaz mevsiminin de geleneksel etkinlikleri haline gelir oldu. Tabi eski köy düğünleri değil de artık salon düğünleri ağırlıklı olunca ister istemez bugünün düğünleri, geçmiş dönemlerdeki düğünler kadar insanlarda kalıcı ve hatırlanacak iz bırakmayabiliyor. Salonlar farklı olsa da artık hep belli Ritüellerden öte geçilemiyor. Eski dönemler de düğünlere davet götürüldüğünde, “horon var mı?, horon varsa gelirim” denir öylece söz alınırdı ama şimdi, kuru davetiyelerle yapılıyor çağrılar. 
 
Düğün sahibinin kişiliğine göre ya da yaşam tarzına göre şekillenen düğünlerde kimi zaman her hangi bir çalgı ve oyun olmazken, kimilerin de her türlü çalgı olabiliyor. Kimileri düğünü dini usulleri esas alarak  salonlarda mevlüt veya Kur’an-ı kerim okutarak yaparken, kimileri de sade bir proğramla sadece düğün salonunun organizasyonlarına uyuyor. Kimi yörelerde de düğün sahibinin arkadaş çevresinin istek ve taleplerine göre şekilleniyor düğünler. Artık düğün sezonu açıldığına göre davetlere de gitmeye insan kendi zamanını ayarlamakta güçlük çekebiliyor. Ben fırsatını bulabildiğim bir Akçaabat düğününde gördüklerimi paylaşayım istedim.

 
Havai fişekler atılınca düğün salonunu bilmeyenler ya da yeni gelenler, uzaktan da olsa anlayabiliyor düğün yerini.. Bir asma köprü ile geçiliyor düğünün yapıldığı Düzköy yolu üzerindeki  Kalıntaş tesislerine..Büyükçe bir bahçesi ve d.......................haberin devamını okumak için tıklayın

Fındık Odununu zona, zonu da sepete çeviriyor


  Yol kenarında bir mavi tenta. Altında önde zon yapan bir baba, yan tarafında da oğlu var. Baba-oğul yan yana bir uğraş içindeler. O görüntü beni çoçukluğuma götürüyor. Çok küçükken bizim köyde “sepetçiler” olarak adlandırılmış bir mahalle vardı.orada ilk kez insanları, fındık odunlarını yonarken görmüştüm ve hayran kalmıştım. Ne yapmaya çalıştıklarını anlamak için izlemiş, izlemiş ama bir türlü onların ne yapmak istediklerine karar verememiştim. İki elleriyle tuttukları bir bıçak (Eğri bıçak), habire kendilerine doğru çekiyorlar ve fındık odununu yontuyorlardı. İşte o anları yeniden anımsadım.

 
 
Trabzon’da Rahmetli Karadenizli sanatçımız  Erkan Ocaklı’nın söylediği türküden hatırlayanlarınız olabilir, “Araklı’nın bir köyü pervanedir pervane, rastladım düğününe oldum deli divane” diye, işte bu türküye konu olan  Pervane köyünün hemen altında, eski adıyla Bifara, yeni adıyla Merkezköy’de  Araklı- Uğrak-Bayburt  Devlet karayolu’nun hemen kenarındalar.39 yaşındaki Recep Erbay ile 17 yaşında, lise öğrencisi oğlu İzzet Erbay’la birlikteler. Duruyorum yanlarında. Yoldan geçen araçlardan zaman zaman çalınan kornalarla verilen selamı alıyorlar, kimi zaman da yanlarında duranlara sepet satıyorlar. ..............haberin tamamını okumak için tıklayın

Geleneklere değil sevgiye odaklandık!


  “Bir insanı kırk kişi sever bir kişi alır” diye bir söz vardır hani, “Her seven sevilenin boy aynasıdır. Sevmek sevilenin o aynaya bakmasıdır” der ya  Özdemir Asaf, Gelenek ve göreneklere sanki saygısızlık etmişcesine bir eyleme, bir düğüne adım atıyoruz. Aynı ülkenin insanı ama farklı yörelerin çocuklarının birbirlerini “sevmiş” olmalarına saygımız adına, Geleneklere değil de sevgiye odaklanarak Trabzon’un kızını, Kırşehir’in delikanlısına verdik. Onun hikayesini paylaşayım istedim.
 

 
Evlilik, öyle çok basit ve hemen hoppala sıya yapılacak bir olay değil elbette.özellikle yaş, sosyal ve ekonomik denklikler gözetilir. Kız ve erkeğin seçiminde soy ve sülalenin araştırılmasına özen gösterilir. "Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al" , "Kız anadan öğrenir bohça düzmeyi, oğul babadan öğrenir sohbet gezmeyi" sözleri bunun belirtisidir dense de mesela ben bir büyüğümden duymuştum, “kız istersen eğer, o evde ilk önce canlı çiçeklere bak, bakımlı ve diri iseler, çekinme o evin kızını iste” diye. oğlum için kız  istemeye  gidersem (tabi oğlum bana bu işi bırakırsa) o evdeki canlı çiçeklere bakacağım, eğer çiçekler bakımlı ise, sararmamış, solmamış ve çiçeği mutlu görürsem kız ailesi hakkındaki kanaatim olumlu olur. Onun için başkalarına sorma veya araştırma gereği bile duymam!
 

 
Vikipedi’deki ifadesiyle Gelenek , “bir toplumda, bir toplulukta çok eskilerden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar.
 
Gelenek kavramına sosyal bilimlerin farklı alt disiplinlerinin yaklaşımları ile geleneksel toplumların yükledikleri anlamlar arasında hem benzerlikler hem de farklılıklar bulunur. Sosyal bilimler geleneğe toplumların yaşadıkları coğrafya, iklim.............haberin tamamını okumak için tıklayın

Yaylalar, tatil köylerine mi dönüyor?


  Son yıllarda Karadeniz yaylalarının ünü yayılıp da İran, Azerbaycan, Gürcistan, Dubai veya Suudi Arabistan'dan da bölgemiz yaylalarına  insanlar akın akın gelirken, biz yerimiz de durur muyuz. Biz de çıkıyoruz sık sık yayla gezilerine tabi. Bir çok yaylanın adına bakmaksızın,  bir sebep bulup gitmeye çalışıyoruz. Bu gezilerimizde elbette daha önceleri de yaylalara çıktığımız arkadaşlarla yayla tekrarlarına da düşüyoruz. Her farklı gidişimiz de her bir yaylanın siluetinin değiştiğini, fiziki görüntüsünün farklılaştığını gözlemliyoruz. Bu farklılaşma, o yaylalarda daha önce gelinip,gidilmiş ve belki ihmal edilmiş Hardama(ahşap çatı kaplaması)ları çürümüş, kaybolmuşken birer kelifken şimdi onların yerlerinde sadece yedi günde tamamlanabilen prefabrik konutların birer mantar gibi dikiliyor olmasından kaynaklanıyor.
 
Hele bir de yaylanız, şimdilerde yol yapım çalışmaları hummalı bir şekilde süren Gümüşhane, Trabzon ve Bayburt’un neredeyse ortasında bulunan Çakırgöl Turizm Merkezi’ne yakınsa, bu yapılaşma yoğunluğunu daha da fazla görebiliyorsunuz. Geleneksel yaylacılık  yerine bu yeni konutlar, bu yeni yaylacıların “yaylacı” olmaktan çok tıpkı Akdeniz ve Ege’deki gibi yaylaları, birer tatil köyü şeklinde kullanacaklarını gösteriyor. Çünkü yeni yapılan yayla evlerinde, yaylacılığın en önemli gerekçelerinden biri olan hayvan besiciliği ve dolayısıyla da süt, tereyağı, peynir gibi ürünlerin elde edilmesini sağlayan hayvanlar için ahırlar bulunmuyor. Sadece tatil amaçlı yapılar olunca da biraz da yöre mimarisi yerine daha çok kentlerdeki binaları çağrıştıran yapılar dikkat çekiyor. 
 
Mesela Gümüşhane’ye bağlı Acısu yaylasının hemen yukarısında bulunan Yeni yayla’da ardı ardına yapılan yeni yayla evleri, birer villayı andırırken, halk arasında Yomralıların yaylası (Kasaboğlu) olarak bilenen ve Camiboğazı yaylası yolu üzerinde bulunan Yaylada da  betonunu attıktan sonra sadece yedi günd................haberin tamamını okumak için tıklayın

Hapsiyaş köprüsü'nden Uzungöl'e


        -Bir hayli zaman olmuştu Uzungöl’e yaz mevsiminde gitmeyeli..önceleri fırsat bulup gidiyorduk ama tabi gitmekten sayılırsa..bizimkisi iş icabı olunca, takipler nedeniyle gittiklerimizi ben gitmekten saymam. Hem zaten tüm görevliler bilir bunu, belli bir görevdeyken gidilmiş yerlere “gittim” denilecek gidişler olmaz onlar. Benimkisi de o hesaptı. Aslında bunu Rahmetli Adnan Kahveci,  eşi ve çocukları ile Uzungöl’de söylemişti.  Bana “işin yoksa, Sumela Manastırı’na birlikte çıkalım, bakanken gitmiştim ama o gidişler bana hiç gitmişlik hissi vermez, vermedi de zaten. Gidelim” gitmiştik.  O zaman bu zamandır düşünürüm ve o zamana kadar  görevli gittiğim bir çok yere gitmediğimi o zaman anlamıştım!Dokuz günlük Ramazan bayramını fırsata dönüştürüp, uzungöl’e çıkanlar öylesine çoktu ki, hani tabirimi mazur görün ama uzungöl doldu taştı tabiri abartı sayılmazdı. Son yıllarda daha çok arap turistlerin varlığından söz ediliyordu, bende merak ediyordum aslında var mı o söylenen kadar. Fakat yoktu, Araplar değil ama yerli turistlerden ben ya Arap göremedim ya da söylenenler abartıydı. Uzungöl, artık eskisi gibi değildi. Bir başka yazımda da söylemiştim, “Karadenizi önce biz gezelim” diye, o “biz” den kastım, Karadeniz insanıydı. Şimdi artık Uzungöl bile bize yabancı oluvermişti. o eski  uzungöl’in Uzungöl olduğu yıllardaki tenhalığın yerini, aşırı araç yığını ve dolayısıyla tıpkı o şehirlerdeki gürültü almıştı. Araçların birbirine yol vermesi bile sorun artık uzungöl’de.
Uzungöl, görmeyenler için gidilmesi gereken bir yer tabi. Fotoğraflarını hayal ederek büyüyenlerden tutun,  fotoğraflarını görünce, “ne mutlu size cennettesiniz” diye iç geçirenlere, gidip de doğasına, manzarasına doymayanların anlatımlarına imrenenlere  kadar hemen herkesi  büyüleyen  uzungöl’e çıkarken, Solaklı vadisinde hemen herkesin dikkatini çeken  Hapsiyaş Köprüsü’nde(Kiremitli köprü) fotoğraf çekmek için duruyoruz. Bu köprü,  ilk olarak 1935 yılında yapılmış ve bir başka örneği de bulunmadığı için 1996 yılında da “Anıtsal eser” olarak te
..........haberin devamı için tıklayın

KKTC’deki Maraş Bölgesi.. Kıbrıs


  Yıllar öncesiydi.
O dönemde bir gariplik vardı. Biz o dönemde ancak pasaportla gidebiliyorduk.(şimdi nufüs cüzdanı ile gidilebiliyor) Kıbrıslı Türkler üzerinde.. oturdukları evlerde onarım bile yapamıyorlardı, her an ellerinden alınabilecek kaygısını taşıyorlardı. O zamandı işte Kıbrıs’ta Kapalı Maraş bölgesini kaçak olarak gezebilmiştim. Fotoğraf çekmek yasaktı ama gizlice çekmiştik birkaç resim elde edebilmiştim o kadar.

 
Arkadaşımın daveti üzerine 1992 yılının şubat ayında Kuzey Kıbrıs Türk Kesimine gittim..Hem de pasaportumla Taşucu’ndan Fatih Feribotu’na bindim. Aşırı bir deniz var, hatta Gökçeada feribotu fırtına nedeniyle seferini iptal etti ama diğeri Fatih Feribotu’nda 40 ton beton varmış ve batmazmış dediler öylesine çıktık yola tam geceyarısıydı. Limandan kalkarken Televizyon çalışıyordu, yarımsaatlik yol almıştık ki önce televizyon çekmez oldu ardından da elektrikler kesildi. Yolcular arasında bayanlar ve çocuklar ağırlıktaydı. Dalgalar öylesine vuruyordu ki, Feribot’un yolcu kabinlerine su doluyordu.
Herkeste buyük korku ve panik vardı. Ben de ilkkez deniz seyahatindeyim ama soğukkanlı olmaya çalışıyorum. Pulman koltuklardaydık ama yolcular koltuk sayısının iki katı kadardı. Çoluk çocuk yerlerde yatıyor biri bir yandan diğeri öbüryandan artık deniz fena halde tutmuş ve istifra edenlerin sayısı belirsizdi. Zaten göz gözü görmüyordu. Zifiri karanlıkta sadece puğha puğha diye iç çekişle..............haberin tamamını okumak için tıklayın

Tirebolu'da çaylar şirketten


  Tiryakileri vardır, onlar bilir. Bizim Taci abi mesela, Oner, Hayati ve tabiî ki bizim Necati. Bu isimlerin geçtiği yerde ilk akla gelen olur çay. Ordu’nun Medreseönü beldesindeki uzun saçlı Nusret’te gelir akıllara tabi, namıdeğer “uzunsaçlı”. Ama yok ben tüm o isimleri değil bu kez, bir fabrikanın uygulamasından söz edeceğim. Güzel bir uygulamasından, hani “ insanlar, iyi şeylere layıktır” ya, işte o hesaptan yola çıkarak. Bir bardak çay için yetmiş kilometre yol gidilir mi? Ben giderim, damak tadını alıyor ve bir yerde güzel çay varsa oraya gider ve o çaydan içerim. Bunu güzel olan balık için de lahana çorbası için de hamsi tavası için de yaparım zaman zaman. Güzel de oluyor.
 Gezmeyi çok seven biri olarak yola çıktığımda verdiğim anlık kararlarla yol almayı severim. Rotayı yola çıkmadan değil, çıktıktan sonra belirlerim yani. Öyle planlı seyahatlerin çok da önemi yok benim için. Ruhum öyle ister ve de öyle rahat eder. Hele Karadeniz sahil yolunun açılmasından sonra bir bardak çay içebilmek için kilometrelerce yol gidilir ve buna da değer. Zaman zaman Rize’nin Ziraat çay bahçesi denen yerde Çaykur’un Araştırma Müdürlüğü’nün bulunduğu yer, bölgeye gelenlerin uğrak yeridir. Çay içmek için nefis manzarası vardır. Farklı ülkelerden getirilmiş bitkilerle de bezenmiş, donatılmış bir güzel arboratum sahasıdır da aynı zaman da Rize’nin Ziraat Çay bahçesi. Demli çayınızı içerken ağaçları seyre dalarsınız. Bizim amcaoğlu Enver’in de favorisi olan Araklı’nın Kalecik mahallesindeki bir kahvehane de de çayı güzel yaparlar ama belli ki Enver, benim sözünü ettiğim çaycıların bir çoğundan habersiz. Yoksa sadece Ri..................haberin tamamını okumak için tıklayın

Yılan hikayesini de aşan Araklı- Uğrak- Bayburt yolunun öyküsü


 Yük.Harita Mühendisi Hüseyin Karaosmanoğlu, durmaz gelirdi yıllar öncesinde..elinde bir takım dilekçelerle, oturur konuşurduk. “sende yazsana, belki yaparız şu yolu” der, sitem ederdi. “yaz derdi” ya, “tamam” der gönlünü alırdık, ama fırsatını bulup, öyle ses getirici bir gündem yapamazdık. Yolun öneminden söz eder, elindeki yazışmaları koyardı ortaya, “bak yine mahkemeyle engellemişler” der, sonra da karşı tarafta yer alan savunlardan da bir kaç belge gösterir, bir soluk rahatlıkta çaylarımızı içerdik. Tam bir “yılan hikayesi” işte.. Araklı’da o dönemlerin önde gelen isimleriyle yaptığı görüşmeleri, “tamamdır, bu sefer kesin olacak” sevincini dillendirirdi. İller Bankası’nda görev yapıyordu o zamanlar. Eğer, Yolları yapan kurum İller bankası olsaydı, kesin yaptırmıştı bu yolu Karaosmanoğlu..(HÜSEYİN KARAOSMANOĞLU 25.01.2009 tarihinde Zigana Dağındaki çığ felaketi sonucunda yaşamını yitirmiştir. Ailesine, sevenlerine ve tüm meslektaşlarımıza başsağlığı dileriz.Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası)
 Amacı, yaşarken Araklı- Dağbaşı- Uğrak – Bayburt karayolunun bir an önce yapılmış halini görebilmekti. Hani denir ya “kablumbağa hızı” diye bir tabir, tam da sanki bu yol için söylenmiş  gibidir adeta.Az gitmemişimdir bu yolu, adım adım hemde..Akşamları, Ağanas, Bifara, Golaşa, Toroslu, çatak, pazarcık veya salmangas hanlarında kalarak iki günde yürür, yaylaya varırdık. Düşünsenize,  1964 yılında proğrama alınıyor. Proje, harita, etüt derken yapımına 1990 yılında başlanıyor yol inşaatına ve 2007’de tamlanması hedefleniyor. Topu topu 104 kilometrelik bir yol. Yani Bayburt’u sahile, denize bağlayacak olan bu yol, şimdilerde 187 kilometrelik Bayburt- Gümüşhane- Trabzon olarak var aslında ama nerden bakılırsa bir saat zaman farkı var. onun için Araklı-Dağbaşı-.................haberin tamamını okumak için tıklayın

Dokadaklıların kar üstünde rafting denemesi


 Doğu Karadeniz Doğa Sporları Kulubü  (DOKADAK)  üyeleri, bölgemizdeki organizasyonlarda önemli roller üstlenir. Zaman zaman da bu rollerde tabi ki istenmeyen olaylar da yaşanmaz değildir. Amaçları aslında Dağcılık, rafting,Badminton Akarsu Kanosu ve diğer doğa sporlarını tanıtmak yaymak ve geliştirmektir.

 Bölgemizin coğrafi yapısı itibarı ile Doğa Sporlarının bölge insanına benimsetilmesi amacıyla eğitim kursları açmak, tırmanışlar düzenlemek, slayt, film ve sair gösteriler tertiplemek, ülkemize ve bölgemize gelen yerli ve yabancı dağcılara istek halinde rehberlik yapmak, dağcılığı ve dağları tanıtıcı sergiler düzenlemek, dağcılık sporunun yaygınlaştırılması için basın ve yayın organları ile yakın iş birliği kurarak tanıtıcı ortak çalışmalar yapmak, hafta sonları veya uygun zamanlarda dağlara turlar ve seminerler tertiplemek sureti ile her yaş insanına hitap etmek ve diğer benzeri organizasyonlar yapmaktır.
İşte böylesi güzel bir amaçla Rize’de ilki gerçekleşen kardan adam şenliklerinde de bir etkinlikle bu faaliyete katılanlara güzel bir gösteri sunmaktır. Doluşurlar bir rafting botuna ve tırmanırla Ayder yaylasının yamacına..her şey güzel görünür tepeden tabi ama ufak bir ayrıntıyı kaçırmışlardır bu gösteri için. Yamacın ortasında bir yerdeki telefon direğinin sorun çıkarabileceğini önceden bilemezler tabi............haberin devamı için tıklayın