4 Ekim 2010 Pazartesi

Duduzar’dan Bayburt kalesine (Bemsibeyrek)


  Sabah kalkıp bir güzel Bayburt usulü kahvaltıdan sonra Duduzar’a gidelim istedim. Hem rahmetli dedemin her Bayburt’a inişindeki (yaz mevsiminde ayda bir kez) gitmezse olmazlarından olan Duduzar (Erenliköyü), bir başka adıyla da Beyböyrek (Bamsi Beyrek), Bayburt’a hakim bir tepede mütevazi bir türbe. Şimdilerde  Türbenin çevre düzenlemesi yapılıyor. Bir kaynaktaki bahiste “Muhammed Hanefi ,Hz. Ali'nin Keşif ordusu başında Bayburt'ta gelmiş ve burada Rum birlikleri ile karşılaşmıştır. Bu karşılaşma sırasında çıkan savaşta kendi oğlu Balca Köyü'nde, Sancaktarı Abdulvehhab Gazi Hz.(Beyböyrek denen zat) ise Bayburt'ta şehit düşmüştür” ibaresi yer almakta.
 

 
Güzel bir asfalt yolla  üç kilometre sonra ulaşıyoruz Beybörek’in eski adı Duduzar olan Erenli köyündeki türbesine. Dede Korkut hikayelerinde de geçen önemli şahsiyet ve komutandır Bamsi beyrek veya Beyböyrek. Duduzar da türbenin bulunduğu köy olduğundan bu türbeye, hem ziyaret ve hem de Duduzar da deniyor. Çocukluğumda dedemle Bayburt’a gittiğimizde dedem beni bu türbeye götürmek istemişti ama ben gitmemiştim. O dönemlerde yolu olsa bile araç yoktu. Gerekçem neydi şimdi tam olarak hatırlamıyorum ama dedemle gitmemiş olmayı, şimdi kendime kızarak daha iyi anlayabiliyorum. Çünkü bu tür yerlerle ilgili bilgileri her ne kadar biz günümüzde alabiliyor olsak ta o günlerde, büyüklerimizin bu türbeye atfettiği önemi kavramak içinde önemliydi. 
 

 
Bize “Türbe” dendiğinde hemen aklımıza “Önemli Mezar” olduğu geliyor ama o mezarda kim var, oraya kadar pek inmiyor ve geçiştiriyoruz. İlk olarak Samsun’un Terme İlçesi’nde görmüştüm, uzunluğu ile dikkatimi çekmiş bir mezar vardı. Halam, “eski zaman insanları uzun boyluymuş”la bana açıklamıştı 4-5 metre uzunluktaki mezarı.( Cüneyd-i Bagdadi Türbesi; Terme ilçe merkezinin 10 km. güneyindeki Dibekli köyündedir. Halk arasinda, Bagdat'ta yasamis olan Cüneyd-i Bag................haberin devamı için tıklayın

12 Ağustos 2010 Perşembe

Sarp'tan Sinop'a karadeniz sahil yolu


  Yıllarca çok eski yıllardan yapılma yollarındaki uçurumlarla adını duyuran Karadeniz’de, Bir yandan Ordu-Bolaman arasındaki o bitmek bilmeyen tehlikeli virajlar, bir yanda Giresun’un Espiye ilçesinden içe kıvrılan ve korkunç uçurumlarıyla yol hikayelerinde önemli yeri olan Armelik dağı, sürekli yağışlar nedeniyle porsuk yuvası diye adlandırılan kasisli yollar artık hepsi mazide kalıyor.
Gazetelerin 3 gün sonra ulaştığı bir bölgeydi Karadeniz Bölgesi, sonra bu süre kısaltıldı havayolu ulaşımı gelişince ama karayollarında durum pek değişmediydi. Ama, 1990’lı yıllarda ANAP’ın Trabzon Milletvekili Necmettin Karaduman’ın TBMM başkanlığı ile  Mesut Yılmaz’ın Başbakanlığı, Karadenizli bakanların kurulan hükümetlerde yatırımcı bakanlıklarda görev almasıyla bu makus talih tersine çevrildi. Son olarak ta Ak parti Hükümeti’nin de ağırlığını koymasıyla belki yıllarca daha sürecek Karadeniz Sahil yolu, Sarp sınır kapısından Sinop’a kadar çift şeritli gidiş dönüşlü olarak tamamlanma aşamasına geldi.

 
Türkiye’nin en uzun tüneli, tam 3 bin 800 metre ve 3 bin 820 metre olan ve ünlü Bolaman virajlarını ortadan kaldıran Nefise Akçelik tüneli başta olmak zere 12’si tek tüp 20 tanesi iki tüplü 32  tünelin bulunduğu yolun açılması için geri sayım başladı. Zaman zaman  “karadeniz katliamı” na varan olumsuz nitelendirmelere ve çevre katliamı gibi karşı çıkışlara rağmen tamamlanmak üzere olan Karadeniz Sahil Yolu,Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da katılımıyla 7-8 Nisan tarihlerinde düzenlenecek törenle hizmete açılacak. İşte bu açılış öncesi Karadeniz sahil yolunu bir baştan Sarp’tan Sinop’a kadar sizler için görelim istedik ve bunu yaptık. Yolculuğumuz tamamladığımızda bizdeki hisler, karadeniz’in artık sadece Dünya ile değil kendi ülkemiz ile de bütünleşeceği ve şenleneceği yönündeydi......................haberin tamamını okumak için tıklayın

“Ne dedi Nafiya ne dedi?”


  Şimdilerde “açılım” deniyor ya aklıma geldi, “poşa”,  “elekçi”, “roman”, “çingene”leri hatırladım yeniden. Bizim için “başka insan”lardı onlar. Eskilerde yoktu öyle açılımlar pek. Biz o zamanlar zaten farklılıkları harmanlayarak yaşıyorduk. Yıllar öncesi, çocukluğumuz da  biz her yaz mutlaka yaylaya göç eder, yazın o kavurucu sıcaklarını serin, her öğleden sonra, gökyüzünde parçalı bulutların görünmesiyle esen hafif rüzgarlarıyla yeni adıyla, Bayburt’un  Pamuktaş ama eski adıyla da  Ermene’de geçirirdik. Biz yayla derdik ama orası aslında Bayburt’un bir köyü. Ama biz, oranın yaylacısıydık.
 

 
Düşünsenize bundan 40 yıl öncesini. Yollar dan tutun suyundan, çeşmesinden, komundan,damından o dönemler betonun moda olmadığı, “kerpiç kerpiç üstüne” türkülerinin anlattığı, daha yeni Elazığ Depreminde hani 42 vatandaşın ölümüne yol açan depremdeki can kayıplarının tek sorumlusu(!) gibi gösterildiği o evler dönemi. Bizim ev, köyün hemen Güney yakasında bir çimende, seyranlık bir yerdeydi. Delemerun (Deliömer) Ahmet’in evi, Tutiya yengenin evi Hacı Mahmut dayın evi, Hüseyin dayı ve   İshak abinin evleriyle komşuyuz. Yukarda da   Tas Hasan dayı, Tophasan dayı , Mecit dayı ve Sabri dayların evleri var. 
 

 
Tutiya yengenin evinin yanına doğru uzayan bizim için yayla çimeni, top oynadığımız geniş alandı. Bir gün  köyde “çerçiler gelecek” diye konuşulmaya başlandıydı. Çerçi, “gezici satıcılar” demek ama bunu şimdilerde biliyoruz, o zamanlar daha okullu değiliz, bilmiyoruz ve tabiî ki her yeni şey bizim daha da ilgimizi çekiyor. Gerçi annemler de köye bir şey satmak için gelenlere “çerçi” derlerdi ama öyle köyde çadır kurup, belli bir süre kalanla........haberin tamamını okumak için tıklayın

Uzamanlar, Karadeniz'de kivi üretimi durdurulsun istiyor


 Karadeniz bölgesi artık özel otomobilleriyle gelen yerli ve yabancıların ilgisini çeker oldu. Bölgeye gelen yerli ve yabancı turistlerin sık sık yol kenarlarında rastladığı Kivi bahçeleri, çay bahçelerine alternatif olur hale geliyor. Bilinçsiz değil elbette bir yığın ürün için Devlet’in desteklediği projeler var ama ek ürünlerin yanında Kivi’ye yapılan yatırımların çok daha fazla olduğu gözle görülür halde kendini de gösteriyor. Çay ve Fındığa alternatif ürünler olarak belli projeler kapsamında öne çıkan tarım ürünleri içinde kivi üretiminde tehlike çanları çalıyor..
Son yıllarda özellikle Dokap-Tarım Projesi ( Doğu Karadeniz Bölgesi’nde  yaşayan küçük ölçekli Çiftçilerin yaşam seviyesinin iyileştirilmesi) kapsamında yaygınlaşan Kivi üretimi, her geçen yıl artıyor ama yabancı ülkeler Kivi’yi sanayide değerlendirirken, Türkiye’de kivi sadece sofralık olarak pazara sürülebiliyor. Bu da Kivi üreticilerinin gelecek kaygılarına yol açıyor. Rize’nin Ardeşen ilçesinde Fırtına deresi kenarındaki  DOKAP Globalgap ve İTU Uygulama Bahçesi’ndeki bir örnek kivi bahçesine giriyoruz. Dallar, kivileri taşıyamıyor. Belki biraz da kivi hasadı yapılmış olmalı ki, budanmış kivi dallarını görüyoruz. Bu bahçenin oluşturulması çok değil, 3 yıl öncesine dayanıyor. Artık tam ve verimli zamanı bu yıl belki ama bu tür bahçelere sık sık rastlayabiliyorsunuz. Kendi kafasına göre kivi bahçesi oluşturan veya oluşturmak isteyen üreticilerin bu yazıyı okumalarında uyarı açısından yarar görüyoruz.


Bir kare fotoğraf uğruna


  NTV’de güzel bir proğram var, Serdar KILIÇ’ın “Doğada tek başına” adıyla yayınlanıyor. Bir bölümünde de iki arkadaşın Kaçkar tırmanışındaki feci kazasını anlattı.  Olay 1994 yılında olmuştu..kazadan bir mucize eseri kurtulabilen Haydar Celayir’in kurtarılması çalışmalarını bende izlemiş ve Hürriyet’te haber yapmıştım. Haydar’ın  Ayder yaylasına kadar grayder ile getirilmesi ve Ayder’de şimdiki şenlik alanında bir jeepe alınarak, önce Rize Devlet hastanesi, ardından da KTÜ Tıp Fakültesi hastanesine kaldırılmasına tanık olmuştum.O olayı biraz farklı yönü ile yineliyorum.. 
Sabahın erken saatlerinde yola çıkmış, önce Rize ardından da kurtarma ekibiyle Ayder yaylasına varmıştık. Olay 25 Şubat 1994 günü olmuştu. Photoglobe Dergisi Foto muhabiri Aydın Aksakal, Kaçkar’ın büyük buzul adı verilen bölgesinde ayağı kayarak, uçurumda ölmüştü. Ama yanındaki arkadaşı Haydar Celayir, tam bir mucize eseri kurtulabilmişti. O kurtuluşun ardından geliyordu Ayder’e. Yol yok.  O zamanlar Ayder Yaylası, sadece yaz mevsimlerinde turizme açıktı.(Şimdi artık yaz kış hep açık)Her yer karla kaplı, o yıl çok da kar yağmış, Ayder’in şenlik düzünde bile iki metre kar vardı.
 
 
Haydar, Aydın’ın peşisıra iniyormuş ve Aydın’ın büyük buzula kayıp düşmesinden hemen sonra kendisi de aynı yerde düşmüş ama bir ufak koğuk gibi bir kayanın orada, kazmasını saplayarak şans eseri durmayı başarmıştı. O durduğu yerde kendine kar evi yapmış, ve orada 4 gün sağ kalmayı başarmıştı. Hava sisli olmasından bir yeri göremiyor, ne tarafa gideceğini kestiremiyormuş. Dördüncü günün sabahında sis çekilince, konumunu görmüş ve kendi başına Yukarı Kavron yaylasına ulaşmayı başarmış, ardından orada kapalı bir eve girmiş ve ateş yakmış, ısınmaya çalışmış. Ayaklarının buzunu orada çözmeye çalışmış ve iki gün de orada kalmış, zaten kurtarma ekipleri de onu sağ olarak burada buluvermişti. Yanı kazadan 6 gün sonra..

 
 

 
Bizde zaten “kayıp dağcı bulundu” haberini aldıktan sonra çıkmıştık Ayder’e..Yine şimdiki gibi Heliksi helikopterleri de yok o dönemler, askeri helikopterlerle Kaçkar’da  aramalar yapılıyordu ama Haydar, o kurtulduğu kayalıklardan sabahın çok erken saatlerinde ayrıldığı için belki de Helikopterden fark edilemedi. Hem zaten sis nedeniyle de sağlıklı bir arama yapılamıyordu. 

 
 

 
Haydar’ın sağ olarak bulunması ve Ayder’de görülmesi sırasında orada bulunan 10-15 kişinin büyük sevinç  ve mutluluğu görülmeye değerdi. Haydar, yarı baygın halde gözlerini açabiliyor ama konuşamıyordu. Rize Devlet Hastahanesi’nde de konuşamadı. Hiç vakit kaybedilmeden hemen Trabzon’a KTÜ Farabi Hastahanesi’ne sevk edildi.Sonradan tabi o donan ayak parmakları kesildi. Aradan bir hayli süre geçti, benim de yolum İstanbul’a düşünce Küçükyalı’da oturan Haydar Celayir’i evinde ziyarete gittim.............haberin devamı için tıklayın

Çayeli'nde bir küçük adam'ı kaybettik

 Yeniden doğsan nasıl doğmayı istersin denildiğinde, “yine aynı, böyle küçük adam olarak doğmayı isterdim”  Böyle diyordu, yaşamı çok seviyordu, yaşadıklarını hep çevresine pozitif enerji vererek paylaşıyordu ama  Recep Can Çelik'i  maalesef kaybettik.... 
M. Kemal AYÇİÇEK

 
(özel)-Sürekli gülümseyen bir “küçük adam”..bizim Keloğlan filmlerinden tanıdığımız o sevimli “cüce”yi anımsatıyor. Uzaktan görüldüğünde hemen “çocuk” sandığınız ama konuştuğunuzda, yaşına rağmen çok da olgun olduğunu, geniş bir bakış açısı olduğunu anlıyorsunuz..bir empati yapıp, kendinizi onun yerine koyuyorsunuz, “nasıl bir hayatı var acaba?” diye iç geçirdiğiniz, hatta biraz ezik, biraz da acınası baktığınız biri, konuştukça şaşırtıyor sizi.. hayatı sevmiş, kendisiyle barışık ve tüm “özürlü”lere de örnek olabilecek bir sempatikliği var…Recep Can Çelik’ten söz ediyorum..“İki kıza çıkma teklif ettim, bana “boyuna bakta gel” dediler. Sevmekten nefret ettim, odur budur artık sevmemeye karar verdim. Sonra pişman oldular ama ben yüz vermedim. “tekrar arkadaş olalım” dediler ama ben onları affetmedim. Boyumun kısalığına laf ettirmem. Bana küçük adam denilmesi hoşuma gider, ama “cüce” denmesine fena halde bozulurum. Nede olsa küçük adam da “adam” kelimesi var.” Bu sözler ona ait..

 
Recep Can Çelik, 19 yaşında bir delikanlı..ama boyu ufak kalmış..Tıp dilinde “Akondr............haberin tamamını okumak için tıklayın

Cevizin suyundaki iftar


  Ramazan yaz mevsimine gelip dayanınca, iş yoğunluğu iftar için pek zaman bırakmıyor doğrusu. Telefonla gelen bir davete bayıldım doğrusu. “iftarı dışarıda yapalım”dı telefon. Hiç düşünmeden “tamam” dedim karşı tarafa. Bir Pazar günü öğlenden sonra Eminbey ve  Adem usta ile girdik yola..nereye gideceğiz diye de bir anlaşmamız yok. Hani “göçler yolda dizilir” gibi yapıyoruz.Adem usta bize biz de uymuşuz yol şartlarına.. Plansız ve de programsız. Hele  bir  yola çıkalım, nasılsa buluruz bir yer mantığındayız.
 
Zaten bu tür bir etkinlik yapacaksanız plansız olması daha bir güzel oluyor. Aracımız pkap. Arkasında kasası da olan ve ama normalde beş kişinin de kabinde yer alabileceği türden ama biz üç kişiyşiz. Mazotu zanike altındaki petrol istasyonundan aldık. İftara yaklaşık iki saat gibi zamanımız var. Belki bir saatlik de yolumuz var. Aslında planımız Asım ağabeyin de hem Eminbey ve hem de bana ayrı ayrı anlattığı o büyük şelalenin altı ama bundan birbirimizin haberi yok. Benim düşüncem öyle. Hele bir çatak’a varalım, sonra söylerim diyordum ki yolda konuşmaya başladık. Çatak dediğim yer, Trabzon’un Araklı ilçesine bağlı Dağbaşı, yeni adıyla Çankaya’nın bir köyü Ama Çatak, geçmişte Hanları ile yaylacıların belli başlı konaklama yerlerinden biri Karadere vadisinde.. 

 
 
Aslında iftar için genellikle yörede güveç makbuldür ama biz güveçi hiç düşünmedik bile. Çünkü biz izgaradan daha çok zevk alıyoruz. Belki damak tadımız da buna uygun. O zaman da mangal için etin de yayladan alınması uygun olanıdır. Üç kişinin iftarından ne olur. Bir kilo et bilemedin bir buçuk kilo köfte de yeter ama yok  biz öyle yapmadık. Yola çıkmadan üç çeşit balık aldık. Levrek,  somun ve çupra. Adam başı iki ............haberin devamı için tıklayın

Oylat ve yarasa mağarası (Turcave Oylat mağarası)


  Cağaloğlu’nda tezgahtarlık yapıyorum o sıralar. Gelenler gidenler zaman zaman konuşulanlara istemeden de olsa kulak misafiri oluyorum. Çoğunu anlamıyorum ama bir ara “Oylat”tan söz edilince acıklı hikayesinden olacak dikkat kesildim. Anlatılan yerin , tamda benim yerim olduğuna ,o anki ruhuma uygunluğuna anında karar verdim. Çaktırmadan dinledim, Oylat’ın hikayesini. Çok güzel dinlenme yeriymiş, öylesine doğa harikası bir yer ender bulunurmuş.Beynimde şimşekler çaktı tabi, orası neresiyse mutlaka gitmeli ve bende dünya gözüyle Oylat’ı görmeliyim dedim. Bu fikrimi bir süre kendimde sakladım tabi. Her şeyin bir zamanı vardır ve o doğru zamanı bulmak için de sabırlı olmak gerekir değil mi?
 
 
Kaynaklarda, Oylat'ın tarihi Bizans dönemine kadar uzanan ilginç bir öyküsü vardır;
 
“Bizans İmparatorluğu zamanında İnegöl Civarı'na hakim olan Tekfur'un bir kızı vardır. Günün birinde bu kız hastalanır, yatağa düşer. Zamanın hekimleri Tekfur'un kızının derdine çare bulamazlar. Hastalık çok uzun sürer.Tekfur çok sevdiği kızının ızdıraplarına tahammül edemez. Hastayı tedavi eden hekimler kızı göz önünden uzaklaştırmak ve son bir tedavi şansı vermek üzere ormanın içindeki o zaman için adsız olan bu ılıcaya gönderilmesini tavsiye ederler. Kızı buraya getirirler, kendisinin son günleri olduğuna inanarak "ölyat" deyip bırakırlar.Çaresiz bir derdi olduğuna inanılan Tekfur'un kızı her gün bu sularda yıkanır. Gün geçtikçe iyileşir ve eski sağlığına kavuşarak babasının sarayına geri döner. O gün bu gündür Ölyat kaplıcası civar halkı tarafından bir şifa kaynağı olarak tanınır ve kullanılır. Bu şifalı su yine o sudur, fakat zaman Ölyat'ı Oylat yapmıştır. İnegöl, Yenişehir, Bilecik ve Pazaryeri'nde hala bir kısım halk Oylat'a Ölyat demektedir.”
 
Bir hafta sonu gitsek iki gün yeterdi bize. Mehmet’in işi olmazdı. O geldi aklıma ve konuştuk. Bir Ramazan Bayramı tatilini Oylat da geçirmeye karar verdik. İlk defa gideceğiz, o dönemler şimdiki kadar ulaşım ve haberleşme de yok. Atladık otobüse Bursa’ya vardık. Oradan da İnegöl’e tabi. İnegöl’den Oylat’a  iki saate bir dolmuşlar kalkıyordu. Bekledik ve çıktık Oylat’a. Bayıldım tabi, kır kahvesinden müthiş manzarayı seyrederek çay içmek bile yeterdi. Hele aslanağzına girmek için beklenen sıralar, kaplıcanın nefis ortamı, kaplıcaya girenlerden dinlenen sağlıklı olma haberleri, bizi daha da bağlıyor buraya. Şimdiki kadar gelişmiş ve tesis yönünden de doyurucu değildi tabi. Bir eski otelde konaklad.............haberin devamı için tıklayın

Uludağ'da telesiyej safari , Uludağ'da bir gün


  Bir gün Uludağ’a çıkayım dedim ama nerden gitsem iyi olurdu. Karayolu da var teleferik’te ama teleferik’e birkaç kez binmişliğim varda karayolundan hiç çıkmamıştım Uludağ’a. Dolmuşlarının yerini de sorsam söylerlerdi ama yok ben yine bildiğim yoldan gideyim. Ne de olsa “en kısa yol bildiğin yoldur” diye bir söz de boşuna söylenmemiştir sanırım. Ben de öyle yaptım, Heykel’den bir dolmuşa atlayıp Teleferik’e gittim. O binayı tanıyorum, otuz üç yıl önce yine gelmiştim hatta o zaman ilk kez bindiğimizde havada asılıda kalmış, ufacık yüreklerimiz büyük korku atlatmıştı. Teleferik nedir ne değildiri öğrenmeden öylesi havada asılı kalmak ve asılı kalınca da içinde bulunduğumuz kabin, rüzgarın etkisiyle  bir de sallanmaya başlayınca işte varın siz o andaki hisleri düşünün. Bağrışanlar, ağlayanlar sizi de etkiliyor tabi.
 
Dış kapının camında bir yazı, “hava muhalefeti nedeniyle kapalı”. Buyur işte, bir şeye niyet ediyorsun ve sonrada oradan geri dönüyorsun. Ama yinede içeriye girip sormak lazımdı. Merdivenleri çıkıp içeri giriyorum ama benden önce soranlar var zaten, onlar “bekleyelim mi, açılır mı? Bugün sefer olur mu?” diyorlar. Onlara verilen cevap bana da verilmiş oluyor tabi ama umut yok. Görevli, “bugün seferler açılmaz zannetmiyorum, yukarda fazla rüzgar var” diyor ve isteyene de teleferik istasyonunun telefon numarasını veriyor. Bende aldım numarayı, belki ararım diye ama ona daha sonra gerek kalmadı. O gün, çıkamadım Uludağ’a.bir sonraki gün denerim dedim artık.
 

 
Bir sonraki gün aynı yere geldim yine bu kez de yine “rüzgar var” denildi ve sadece tek yön ücreti olarak 3 lira aldılar bilet için. “Yukardan dolmuşlarla dönersiniz” Biraz bekledikten sonra Teleferik gözüktü, yanaştı ama görevli saydı 21 kişi tam sıra bana gelmişken çekti zinciri. Bir şeyde söylemedi. Neyse bir sonrakini bekledik ve ona ilk önce ben bindim. ..............haberin devamı için tıklayın

Osmanlı Yadıgarı, İnkaya Çınar'ı


  Adına “yeşiller diyarı” denilince bizim Karadenizlilerin de göçtükleri yerlerin başında geliyordu Bursa. Yeşilliği ile ününde haklıydı tabi Koca şehir, tabela üzerindeki nüfusuyla bir milyon 825 gözüküyor. Ama güncel nüfusun 2 milyondan aşağıya olmadığı bir gerçekti. İşte O Bursa’daki bir ağacı anlatmak istedim bu yazımda. O herkesin “çınaraltı” diye tabir ettiği ve görmeyenlere anlattığı devasa İnkaya Çınarıydı. Bursa’da Çınarlar oldukça fazla ama İnkaya Çınar’ı, tek başına tüm çınarları anlatmaya yeter de artar bile. Görkemliliğine laf ettirmeyecek kadar boyutlu gövdesiyle çevresine yaydığı kollarıyla adeta doğayı kucaklayan görünümü, sizi büyülemeye yetiyor zaten.
Bir sabah kalktım, kahvaltı yapmamışım. Duyumlarımla düştüm yola. Önce yürümek istedim ama aç karnına yürümektense bir an önce kavuşayım sabırsızlığı ile atladım bir taksiye, ver elini İnkaya Çınarı. Çevrede bir gözlem yaptım, nerden bir fotoğraf çeksem ki bu devasa ağacı bir fotoğrafta anlatmış olayım diye ama nafile. Olmuyor. Tam altından fotoğraf çekseniz, gövdenin sadece bir kısmını ve dallarının çok azını kareye sığdırabiliyorsunuz. Baktım ki olacak gibi değil önce şu kahvaltımı yapayım dedim. İnkaya Çınarının altına oturdum ve tek kişilik bir kahvaltı istedim. 
Bir tepsi geldi ki, ne bir kişisi tam 6 kişiyi doyururdu. Taze tereyağından, bal’dan, reçelden, peynir’e, Domates, salatalık, biberden yine yöreye has bir başka kahvaltılık ezmeye kadar, dopdolu bir tepsi bu. İnsan o tepsiyi görünce zaten psikolojik olarak doyuma ulaşıyor. Bir de büyük çay geldi ama ben o çayla yetinemezdim. Bir demlik çay daha sipariş verdim. Ama kahvaltıya başlayamıyorum. Çünkü başlarsam bitiremeyeceğimi görüyorum. Çınara baktım, altında gezinen ilköğretim düzeyinde bir öğrenci grubu. İçlerinden çelimsiz olan birine gidip, “kahvaltı yapmak isteyen arkadaşlarınla buyurun” dedim.  Bir süre birkaç arkadaşını ikna etmeye çalıştı onlar olmadı bu kez diğer arkadaşlarından ikisiyle birlikte geldiler. Tam o sırada da demlik çayımız gelmiş oldu ve çatal bıçak servisinin eklenmesiyle bir güzel kahvaltıyı birlikte yaptık. Otobüsleri kalkmak üzereyken de zaten benim kahvaltı arkadaşlarım vedalaşıp ayrıldılar. Yatılı öğrencilermiş meğer, çok iyi oldu. Kahvaltı tepsimiz de mutluydu. İsraf olmamıştı ve mükemmel bir kahvaltının sahipliğini yapmıştı o da. Tepsi, sunumuyla bizlerin mutluluğuna sevinmiş gibiydi. Ya da ben öyle anladım veya algıladım. 

 
Biliyorum, siz şimdi bu kahvaltının kaç lira olduğunu merak ediyorsunuz değil mi? Onu da söyleyeyim, inanmayacaksınız ama yine de söylüyorum tamı tamına 12 lira. ................haberin devamı için tıklayın

2 Temmuz 2010 Cuma

Yılan hikayesini de aşan Araklı- Uğrak- Bayburt yolunun öyküsü


 Yük.Harita Mühendisi Hüseyin Karaosmanoğlu, durmaz gelirdi yıllar öncesinde..elinde bir takım dilekçelerle, oturur konuşurduk. “sende yazsana, belki yaparız şu yolu” der, sitem ederdi. “yaz derdi” ya, “tamam” der gönlünü alırdık, ama fırsatını bulup, öyle ses getirici bir gündem yapamazdık. Yolun öneminden söz eder, elindeki yazışmaları koyardı ortaya, “bak yine mahkemeyle engellemişler” der, sonra da karşı tarafta yer alan savunlardan da bir kaç belge gösterir, bir soluk rahatlıkta çaylarımızı içerdik. Tam bir “yılan hikayesi” işte.. Araklı’da o dönemlerin önde gelen isimleriyle yaptığı görüşmeleri, “tamamdır, bu sefer kesin olacak” sevincini dillendirirdi. İller Bankası’nda görev yapıyordu o zamanlar. Eğer, Yolları yapan kurum İller bankası olsaydı, kesin yaptırmıştı bu yolu Karaosmanoğlu..(HÜSEYİN KARAOSMANOĞLU 25.01.2009 tarihinde Zigana Dağındaki çığ felaketi sonucunda yaşamını yitirmiştir. Ailesine, sevenlerine ve tüm meslektaşlarımıza başsağlığı dileriz.Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası)
 Amacı, yaşarken Araklı- Dağbaşı- Uğrak – Bayburt karayolunun bir an önce yapılmış halini görebilmekti. Hani denir ya “kablumbağa hızı” diye bir tabir, tam da sanki bu yol için söylenmiş  gibidir adeta.Az gitmemişimdir bu yolu, adım adım hemde..Akşamları, Ağanas, Bifara, Golaşa, Toroslu, çatak, pazarcık veya salmangas hanlarında kalarak iki günde yürür, yaylaya varırdık. Düşünsenize,  1964 yılında proğrama alınıyor. Proje, harita, etüt derken yapımına 1990 yılında başlanıyor yol inşaatına ve 2007’de tamlanması hedefleniyor. Topu topu 104 kilometrelik bir yol. Yani Bayburt’u sahile, denize bağ.............haberin tamamı için tıklayın

4 Haziran 2010 Cuma

karadenizlinin sevap uğraşı ve santa harabeleri


  Yaz, kendini iyice hissettirdi. Artık Yayla zamanıdır Karadeniz bölgesinde. Aklınıza estiğinde vurursunuz kendinizi yaylalara doğru. Bir Pazar günü hava oldukça sıcak ve deniz kesmez, bu hava tam yayla havası dediğim bir gün, öğlenden sonra çıktım yola. Daha önce misafirlerimle yayla turundan dönerken tarif üzerine indiğim bir yol vardı, aklımda çok güzel manzaraları kalmıştı ama gece  geç vakitlerdi. Gündüz gözüyle de aynı manzarayı görmek istemiştim, o isteğimi yerine getirdim.
 

 
Yayla yollarında levhalar olmadığından yollarda insan görürseniz sorarsınız gitmek istediğiniz yeri belki yol tarifi alırsınız ama hava sisli ve yollarda da kimseye rastlamazsanız saatlerce yol alırsınız ve vardığınız nokta, istediğiniz yer çıkmaz. Yani yolu şaşırırsınız. Onun için rehberle gezmek güzeldir yaylalarda. Hava da sis, duman olmasa da yine de iyi bilmiyorsanız yayla yollarını yine de kaybolmaktan kurtulamazsınız, hele merkezi yerler dışında farklı yaylalar göreyim derseniz. Anlamışsınızdır, yolu kaybettiğimi artık..
 
Trabzon’dan çıktıktan sonra önce Çağlayan’dan bildiğim yoldan gideyim dedim ama o önceki yıllarda gece geldiğim yol aklıma geldi. Gece olmasına rağmen manzaralı bir yol olduğunu biliyordum ama yolu çok bozuktu. İnerken bozuk olan yolun bir de yukarıya doğru çıkışını düşünün artık. Yalnızım. Kafama göre zaman zaman duruyor ve fotoğraf çekiyorum, kimsenin “durma”, “geç kaldık”, “kaybolduk”, “zaman geçti”, “ne vardı buralarda”, “başka yer mi yoktu”, “acıktık”, “her çeşmede durmak zorundamısın”, “bir gözedende su içmesen olmaz mı?” , “kaçta döneriz” dediği de yok nasılsa. Ana yoldan ayrılmış, bir hayli yol almıştım ki, yolda yürüyen 3 kişiye denk geldim.  Belli ki yukarılara bir yerlere gidiyorlardı. “se...........haberin tamamı için tıklayın

21 Şubat 2010 Pazar

Yanbolu'da sinor paylaşımı hikayesi


  Bir Pazar günü karadeniz sahil yolundan giderken  kahverengi  “Santa Harabeleri” diye yazılı tabelayı görünce yanbolu köprüsünden girdim o yola. Yol dediysem elbette sahil yolu gibi bir yol beklentim yok ama en azından normal bir köy yolu da olsa sadece stabilize veya toprak olur ama “yol” olurdu. Burası ne öyle bir turizm yolu ne bir belde yolu ne yayla yolu veya ne de köy yolu olduğuna karar veremedim.  Her türlüsü var, sanki yollardan bir kokteyl yapılmış gibi ama bir şantiye yolunu andırıyor.
 Kılıçlı köyünün yeni ve genç muhtarı  Ali Kemal Boz, “yolu da yaz” diyen köylülerine  “sıkıntı olur arkadaşa, yük etmeyelim”  diye yol konusundaki sıkıntılarını dillemekten çekiniyorlar. Yanbolu deresi, aslında Trabzon’un Arsin ilçesine bağlı ama dereboyu yukarıya doğru çıktığınızda aynı dere, hem Araklı, hem Arsin ve hem de Yomra’nın hatta daha da gidilirse Gümüşhane’nin Yağmurdere beldesinin de sınırlarına giriyor. Belki de bu yüzden dir, yolun garip ve sahipsiz oluşu. Hangi ilçenin mülki amirine şikayet edeceksin bu yolu, her birinin sorumluluk alanları birbirine girmiş durumda. Örneğin Yomra’nın Maden ve Kılıçlı köyleri, Arsin’in önceleri Başdurak olan ama belediye olunca Atayurt adını alan eski adıyla meşhur Mesohor’u, Araklı’nın Taşönü, Karatepe  ve Çankaya beldesinin yine bu vadide olması, belki buraya hizmetin götürülememesindeki bürokratik  bir handikaptan kaynaklanıyor.
 Yani Yanbolu  vadisine bir hizmet yapılacaksa öncelikle Trabzon valisinin bu durumu bilmesi ve Yomra, Arsin ve Araklı kaymakamlarını bu vadide ortak hareket etmeleri konusunda özel dikkatlerini çekmesi gerekir ki, o vadide oturan insanların yüzü gülsün. Yoksa, her bir ilçe kendi sınırları içinde hizmet götürmeye kalkarsa böyle bir vadide de doğal olarak “yol kokteyli” gibi bir görüntüden kurtuluş olamaz. Evet yanbolu deresi üzerinde de HES santralleri inşaatları var ama onlara daha yeni başlandı. Yani yol sorunu bu vadide hiç bir zaman giderilmedi. Oysa bu yol........haberin tamamı için tıklayın